İnsan-ı Kâmil olma yolunda “Can” fikrini Sözde değil Özde yaşamak ve yaşatmak…
16 ve 17 Aralık 2017 tarihlerinde Kuzey Ren Vestfalya Alevi Gençler Birliği’nin (BDAJ-NRW) daveti üzerine Almanya’nın Düsseldorf şehrinde 30’a yakın genç Alevi kadınıyla bir hafta sonu semineri kapsamında “Alevi örgütlenmelerinde Alevi kadınının durumunu ve yönetici kadınların öz-irade geliştirme konusu” tartışıldı. Kendilerini JAF-NRW[1] adıyla kurumsallaştıran bu genç kadınlar bu çalışma atölyesine katılmak üzere Almanya’nın farklı yerlerinden gelmişlerdi. Motivasyonu ve enerjisi yüksek bir grupla karşılaştım ve iki günlük yoğun bir programı birlikte gerçekleştirdik.
Öncelikle böyle bir toplantının neden düzenlendiğini açıklamak doğru olacaktır. Almanya’nın Köln şehrinde 04-05.11.2017 tarihlerinde düzenlenilen BDAJ genel kurul toplantısında (BDAJ Bundeskonferenz) federal çapta var olan Genç Alevi Kadınları Çalışma Atölyesi‘nin (Junge Alevitische Frauen Deutschland) kaldırılması için bir önerge verilmiş ve kadınların itirazlarına rağmen bu önerge genel kurul tarafından kabul edilmişti. Kadınların bu durumu tartışmaya açma girişimleri ve genel kuruldan gerekçe talepleri karşılıksız kalmış ve toplantı delegeleri sonrasında Kadın Çalışma Grubu’nun ülke genelinde var olması ve faaliyet yürütmesinin durdurulması kararlaştırılmıştı. Bununla birlikte, Kuzey Ren Vestfalya (Nordrhein Westfalen) eyaletindeki genç kadınlar BDAJ-NRW’nin de desteğiyle kendi bölgelerinde bu çalışma grubunu hayatta tutmak ve çalışmalarıyla AABF‘yi (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu) ve onun tüm organlarını bu çalışma grubunun önemli olduğu konusunda ikna etmek istiyorlar. Eğitim vermek üzere davet edildiğim ve genç kadınlar toplantısını düzenleyen kişilerden biri olan Gülistan Bayan, Kadın Çalışma Grubu’nun gerekli ve BDAJ’nin konuyla ilgili duyarlı olmasının da önemli olduğunu ifade etti (17.12.2017, Gülistan Hanım ile kişisel görüşme). Kimisi eğitim gören, kimisi çalışan, birçok sorumlulukları olan ve bu anlamda kendine güvenleri de oldukça yüksek genç kadınlardan oluşan JAF-NRW ile ilgili detaylara geçmeden önce birkaç önemli not paylaşmak istiyorum.
Tarihte küresel batı merkezli olmak üzere çeşitli kadın hareketlerine tanık olduk ve kadınlar mevcut sistem içinde kendi öznel durumlarına dikkat çekmek ve asimetrik dengelere karşı mücadele vermek üzere çabalamışlardır. Ne var ki, kapitalist üretim ilişkileri, ideolojisi neoliberalizm(ler) ve kültürü postmodernizm(ler) olan bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. Bu sistem kendisine karşı ortaya çıkan her alternatif girişimi kendi içinde eritip, dönüştürüp ve yeniden özünden kopmuş biçimde, güç ve çıkar-menfaat ilişkilerinin çarkına yerleştirip, pişirip pişirip önümüze koyuyor. 1970’lerde batıda yaşayan kadınlar karar verme mekanizmalarında yer almak istedikleri için buralara girme taleplerinde bulunmuşlardır (Dünya Kadın Konferansı Meksika 1975). Etnik, sınıf, eğitim düzeyi, dil, kültür, ülke vb. farklılıklar barındıran, mücadele ve çatışma alanlarının bilincinde ve bu çatışma alanlarını deneyimleyen[2] bu kadınlar bir şekilde bu merkezi karar verme organında (Birleşmiş Milletler, Parlamentolar, vs.) yer almışlardır. Bugün kadın hakları ile ilgili (yaptırım gücü düşük olsa da) birtakım kararnameler ve kazanılmış haklar, bu kadınların mücadelesi sonucunda elde edilmiştir. Ne var ki, bu alanlar sistemin yeniden üretildiği yerlerdi(r) ve bu alanlarda yer alabilmek için bu alanların rengine bürünmek gerekiyordu (Wichterich 2009: 50-55). Bu anlamda, biyolojik olarak kadın olmak ve devletin başına geçmek kadınların durumuna ilişkin daha duyarlı olunacağı anlamına gelmiyordu. Aksine, sistem kadınla kendini yeniden üretebildi. Bu defa kadını dışarıda tutarak değil, yanında bulundurarak, ona da pastadan pay vererek dönen çarklara dahil etti. Burada Sömürge Sonrası Araştırmaları yapan Nikita Dhawan ve María do Mar Castro Varela (2003), edebiyat bilimci Gayatri Chakravorty Spivak’ın (1983) fikirlerini temel alarak „simge kurbanları (token victims)“ fenomenine dikkat çekiyorlar. Simge kurbanları, bazı grupları temsil etmek adına güç merkezlerine dahil olanlardır. Dahil oldukları güç merkezlerinde ise şekil değiştirip bu sefer temsil ettikleri grupların üzerinde güç ve egemenlik kurmaya yani sistemin burada uzantısı olarak sistemin kendisini yeniden üretmesine araçsallaştırılanlar oluyorlar. Burada temsil edilen gruplar açısından ise meydana gelen öz-marjinalleşmedir (Almanca: Selbstmarginalisierung) (Varela und Dhawan 2003: 274). Spivak’ın burada önerisi şu oluyor: “Risk içeren itiraz“ yöntemini uygulamak (Almanca: riskante Widerrede) (ayn. 282). İçerilen risk ise o güç merkezinden dışarıya atılmak pahasına da olsa, öz-irade için itirazda bulunmak ve kanıksanmış hallerden kurtulmanın yollarını aramaktır.
Yazar Mark Fisher “Kapitalistischer Realismus ohne Alternative?“ (2017) adlı çalışmasında ‘bu sistem her şeyden önce hayallarimizi ve umutlarımızı çaldı‘ tespitini yapmaktadır. Önümüzdeki günlerde farkındalık ve öz-irade geliştirmek amacıyla Alevi toplumunun kendi içinde öz-demokratikleşme ve buradan hareketle siyasi bir iradeyi geliştirme ve aktör olma yolunda Alevi Kadınların rolünü incelediğim kitabım çıkacak. Bu kitap kapsamında mülâkat yaptığım bazı kadınlar Alevi toplumunun da içinde var olan kadın-erkek eşitsizliğinin farkında olduklarını, ancak ‘bütün bunların sebebinin kapitalist sistemin kendisi olduğunu‘ ifade etmektedirler (Arslan 2017). Bu duruma Charles Taylor’ın tepkisi şu olurdu: Sorumluluğu delege etmek ve değişimi ertelemek. Deleuze ve Guattari, kapitalist sistemin hastalıklı bir sistem olduğunu ve çürümeye mahkum olduğunu ifade ediyorlar (1972 [2016]). Taylor ise çalışmalarında bu değişimin insanın ‘insan olmanın ne demek olduğunu’ yeniden hatırlamasından geçtiğini ifade ediyor. Burada iradeye sahip çıkmak ve bu bağlamda insan onuruna yakışır bir hayatı talep etmek esastır.
Alevi toplumunun da kapitalist dünya düzeninin içinde bulunan diğer toplumlar gibi koşullardan etkilenip bu koşulların parçası olduğu ve dönüşüme müdahil olduğu doğru bir tespittir elbet. Ancak insanı ve doğayı merkez alan bir öğretinin mevcut dünya düzenine alternatif bir hareket olma ihtimali yok mudur? Özellikle 1970’ler ötelenmiş/ötekileştirilmiş ve (sünnileştirme anlamında) kendisi yok sayılmış ama varlığı dönüştürülmeye çalışılmış Alevi toplumunun içinde Türk (İttihatçi[3]) Sol hareketi önemli bir ivme kazanmıştır. Hakan Mertcan ile 12 Aralık 2017 tarihinde Arap Alevileri ile ilgili yaptığım söyleşide bu konu ile ilgili yapmış olduğu yoruma katılmakla birlikte, Türk Sol’u fraksiyonlarına müdahil olan Alevi gençlerinin mensup oldukları marjinalleştirilmiş Alevi halkını da yeniden kendi içinde ‘süni bir kamplaşmaya‘ götürdüğünü tespit etmek mümkün. Bu şekilde sol eksende politikleş(tiril)miş dönemin Alevi kitlesinin gençleri, “dinin uyuşturucu“ olduğu fikrinden yola çıkarak, zaten sözlü bir geleneğe sahip olan inançlarından uzaklaş(tırıl)mıştır. Böylelikle içinde dili, kültürü, inancı ve bunun ötesinde aslında farklı bir yaşam biçimini barındıran Aleviliğe yabancılaş(tırıl)mıştır. Bu sürecin bu şekilde yaşanmasını ise ittihatçı devlet paradigması sağlamıştır (1925 Şark Islahat, 1932 Yatılı İlköğretim Bölge Okulları, 1938 Köy Enstitüleri, 1931 Türk Tarih Kurumu, 1932 Türk Dil Kurumu, 1934 İskân Kanunu).[4]
“Can“ yani varlığı esas alan bir öğretinin Can’ı bu kadar tahrip eden bir sisteme karşı alternatif olabilmesinin mümkün olduğunu düşünüyor ve çalışmalarımla bu fikrin altını doldurmaya çalışıyorum. Eğer Alevilik bir yol ise ve bu yolun sonunda İnsan-ı Kâmil olmak var ise o halde insanı dejenere eden ve Charles Taylor’un hedonizm ve Fisher’in “depresif hedonizm“ (Fisher 2017: XX) dediği postmodern çağ insanının içinde bulunduğu durumun çaresinden biri de bu yol(da) olabilir. Bunun böyle olması ise (Alevi) insanın(ın) kendi iradesindedir. Bu iradeyi güçlendirebilmek Alevi kurumlarının elinde ve bu kurumlar gücün ve maddenin egemen kılındığı ve ezmenin temel alındığı mevcut sistemin tekrarlarını yaşamaktan ve yeniden üretmekten uzak durmalıdır.
Varlık eğer bu inancın temeli olan “Devriye’de” ruhun olgunlaşmasına hizmet etmekse ve Mertcan’ın da ifadesiyle ancak kendini iyiye ve kötüye doğru yani İnsan-ı Kâmil denkleminde olgunlaştırdığı ölçüde çeşitli biçimlerde bu dünyaya yeniden ve yeniden dönmekse, o halde “Aleviyim” diyen herkesin kendini yeniden ve yeniden gözden geçirmesi ve bu doğrultuda geliştirmesi ve arındırarak yenilemesi gerekir. Alevilikte ibadet dediğimiz de budur. Bu yapıdan benim anladığıma göre İnsanın ‘kendi kendisini yönetebilmesi’ esastır ve iradesini başka üst yönetimlere teslim etmesi ancak içinde bulunduğumuz erk-egemen yapıların karakteristik özelliklerindendir. Bu erk-egemen yapılarda kadın da daima “erk-ektir”. İtalyan komünist, aktivist ve düşünür Antonio Gramsci’nin (Mahpushane Yazıları, 1948) de tespit ettiği üzere egemenliği esas kılan, baskılanan grupların bu duruma sessiz kalarak onay göstermeleridir. Egemenliğin var olabilmesi bu egemenliği kabul eden grupların varlığıyla mümkündür. Aksi takdirde, egemenlik mümkün olmaz. Aynı düşünceyi Habitus kavramını (kanıksanmış ve artık farkındalığını yitirmiş davranış ve düşünce biçimleri) geliştirmekle, Bourdieu de açıklar (Hofbauer 2014). Nitekim kapitalist düzenin ayakta kalmasını sağlamak üzere ‘Sosyal demokrasi’ adıyla bir siyasi model geliştirilmiştir. Bu şekilde, üreten/emekçi kesimin kapitalizm karşıtı duruşları dizginlenmeye çalışılmıştır. Devlet ile banka ve şirketlerin ne denli bir işbirliği içinde olduğunu en nihayetinde 2008 (küresel batı merkezli dünya) finans krizinde gördüğümüzü Mark Fisher ve Yuval-Davis, ‘neoliberal şirketlerin sürekli küçültülmesi gereken bürokrasi canavarı saydıkları devletin kapısını çalmak zorunda kaldıklarında anladık’ ifadesinde ortaya koymaktadırlar (Fisher 2017: XXX, Yuval-Davis 2011: 33-34). Neo-liberallerin ve neo-muhafazakarların birbirlerini besledikleri işbirliği evresine geçtikleri bu görüşe göre netleşmiştir (bkz. Arslan 2017: 172). Türkiye’de bu durum, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin örneğinde net bir şekilde görülmektedir (ayn.: 69). Neo-liberal ve neo-muhafazakar karşılıklı işleyiş ile birlikteTürk-Sünni-İslam sentezinin de vücut bulmuş halidir (Arslan 2017). Bankalar halkın vergileri vasıtasıyla kurtarılmış ve kapitalist sistem bir kez daha çöküşten alıkonulmuştur. Gerda Lerner (1995) ise tam da bu egemenliğin sağlamlaştırılması ve her şeyden önce mümkün kılınması fikrinden hareketle, kadınların böylesi bir egemenliğin ayakta durması için “işbirlikçi” (İngilizce: complicity) bir konumda oldukları tespitini temellendirir.
Alevi kurumlarında düzenlenen tüm toplantılar, erk(ek)lerin egemen biçimde varlıklarını görünür kıldıkları ortamlardan oluşmaktadır ve bu anlamda “kadın-erkek eşittir” ilkesini esas alan Alevi öğretisinin mensupları pratik yaşamlarında mevcut diğer tüm topluluk yapılanmalarından bir fark arzetmemektedir. Yine erk(ek)ler konuşmakta ve kadınlar dinlemektedir. Eğer varlığı esas alan bir öğretinin mensuplarının kendileri düzenin yaratmış olduğu tahribatlara karşı koyabilecek durumda değilse, Mark Fisher’in ve diğer düşünürlerin sorduğu: Kapitalizm gerçekten de alternatifsiz midir? Ve yapılan bütün herşey tamamıyla bu sistemi ve bu sistemin sahiplerinin düzenlerini ayakta tutmaya hizmet midir? sorusuna verecek tek cevap kalıyor: Evet, öyle. Bu cevap “varlığı” yaşamın tamamen anlamsızlaştığı bir noktaya taşımaktadır. İnsan-ı Kâmil olmak ise eğer sorun, bunun bir diğer adı da mücadeledir yani İnsan-ı Kâmil olmaya mücadele/çaba. Yol İnsan-ı Kâmil olmaya mücadeleyse eğer, araç gereçler yine varlıkta yani cevherde yani öz-de mevcuttur. İnsanın iradesi esastır. Seçim yine bizimdir. Ya bu düzenin çarkına uyum sağlayıp çürümeye devam edip ‘depresif[5] hedonizmin’ dibine vuracağız ya da yaşamı ve diri olanı kutsayıp, aydın yarınlar için yola girip mücadeleye koyulacağız.
Hafta sonu seminerine dönmek ve biraz da bu genç kadınların fikirlerini paylaşmak istiyorum. Seminere katılan Özge Erdoğan’a şu soruyu sordum: Alevi kadınlarının örgütlenmesi neden önemli?
Ataerkil yapı ve rolleri kırabilmek için Alevi kadınları ortak bir bilince erişmelidirler. Alevi öğretisinde kadın-erkek eşittir denilse de Alevi kadınlar eğitimsizlik, motivasyon eksikliği gibi nedenlerden katılımdan yoksun kalıyorlar. Gençlik örgütünde kadınlara yönelik bilinçlendirme için çeşitli çalışmalar yürütülmekte ama yetişkinlerin ayrı bir kadın birliği var. Burada jenerasyonlar arasında farklılıklar var. Eski nesillerde doğal karşılanan durumlar bizim zamanımızda artık olmamalı.[6] (20.12.2017, Özge Erdoğan)
Biraz daha netleştirmek için sordum: Bunun için somut bir örnek verebilir misin?
Mesela, kadınlar da çalışıyorlar ve dışarıda konuşan kadın eve döndüğünde ataerkil role bürünüp susmamalıdır. Bu derneklerde de böyle olmalı. Kadınlar kendini ifade etmeliler. Politik tartışma ve karar vermelerde kadınlar da en az erkekler kadar yer almalıdırlar. Yalnızca ev işlerinde iş bölümüyle olacak bir mesele değil bu. Gençlikte bu konuda olumlu gelişmeler var. Nesiller arasında daha fazla bilgi alışverişi olmalı. Bunun için daha fazla ortak eğitim çalışma alanları oluşturulmalı. [7] (ayn.)
Sibel Bahçetepe katılımcılardan bir başkasıydı ve kendisine şu soruyu yönelttim: Senin fikrince, Alevi kadınlarının örgütlenmesi neden önemli?
Ataerkil yapıların bertaraf edilmesi için önce kadınlar olmak üzere tüm cinsiyetlerin bilinçlen(diril)mesi gerekli. Ancak bu bilinçlendirmeden sonra kadınlar irade sahibi olmanın ne anlama geldiğinin farkına varacaklar. Buradan sonra ezilmenin nerede yaşandığını ve kabul görmemesi gerektiğini anlayıp, buradan kadın-düşmanı normlara karşı el ele bir mücadeleye başlayabilecekler.[8] (20.12.2017, Sibel Bahçetepe)
Biraz daha detay almak için sordum: Sence bu farkındalığın gelişebilmesi için öncelikle nelerin olması gerekir?
Bizler (JAF-NRW) [genç ve eğitimli kadınlar olarak] kadınları güçlendirmek istiyorsak eğer önce onlarla empati kurabilmeliyiz. Eğitim çalışmaları kendine güvenen, irade sahibi kadınların oluşumuyla sonuçlanacaktır. Daha adil bir medeniyete giden yol önyargıların kırıldığı ve bizim bu çalışmalarımıza destek verildiği oranda daha mümkün olacaktır. (…) Yönetici kadrolarda kadınların aktif yer alması gerekiyor.[9] (…) Eş-başkanlık sistemi bence önemli bir uygulama olurdu. (…) Kadınların Cem toplantılarında başörtüsü takması gibi inancımızda yeri olmayan tuhaf bir şekillenme de oluştu son zamanlarda. Burada bir baskı var ve bu sorgulanmalıdır.[10] (ayn.)
Zerina Yıldırım katılımcılardan ve JAF-NRW çalışma grubundan bir başka genç kadındı ve kendisine sorduğum soru şu: Sence Alevi toplumu kadın-erkek eşitlik sorunsalında söylem ve pratikte neden bu kadar çelişiyor?
Diğer dinlere karşın Alevi öğretisinde kadın-erkek ayrımı yoktur (…) ancak uygulamada sıkıntı var. Bunu birçok örnekte görebiliyoruz. Mesela kadın ‘klasik kadın’ rollerine [çocuk yetiştirme, ev işleri, vs.] mahkumdur ve bu bir ‘ezilme’ olarak idrak edilmiyor. Bence öğreti [‘nin gerçek niteliği] sorgulanmıyor.[11] (20.12.2017, Zerina Yıldırım)
Biraz daha bilgi almak adına sordum: Sence ‘ezilme’ olarak idrak edilmemesinin sebebi nedir?
Bence bilinçlendirmek adına eğitim çalışmaları yapılmalıdır. Eşitliğin ne anlama geldiği, ezilmenin nereden başladığı konularında soru sormayı ve sorgulamayı öğrenmeli kadınlar.[12] (ayn.)
Son olarak kendisine sorduğum: Peki ev işlerinin dışında eşitsizliğin yaşandığı alanlar hangileridir sana göre?
Derneklerde bu durum aynı biçimde devam ediyor. Kadınlar mutfakta çalışıyor ve erkekler salonda siyaset yapıyorlar, tartışıyorlar, konuşuyorlar, karar veriyorlar. Kadınlar bu konularda hep geride kalıyorlar. (…) ‘Aynı gökyüzü altında direnmektir yaşamak’ deriz hep kendi sıralarımızda ve bu direnişi hep dışarıya karşı yaşatmaya çalışırız. Oysa önce kendi içimizde direnmemiz gereken alanlarımız var -ki içerde güçlenerek dışarıya karşı mücadelemizi yükseltebilelim. (ayn.)
Esra Toğuz’a ‘Sence Alevi kadınlarının dernek çalışmalarına ve faaliyetlerine katılmaları ve merkezi toplantılarda karar verme süreçlerine dahil olmaları için neler yapılabilinir?’ sorusunu sordum:
Kadınların toplantılara katılmaları ve tartışmalara katılmaları önemli. Bunun için mesela toplantı veya başka aktiviteler esnasında onların çocuklarına kreş imkânı dernek yönetimi tarafından sunulmalıdır. Buna benzer yöntemlerle kadına kendini ifade etme olanakları sağlanabilir ve kadın kendini var etme konusunda bu şekilde desteklenebilir.[13] (22.12.2017, Esra Toğuz)
Bu genç kadınların demeçleriyle yazımı toparlamak istiyorum: ‘Kadın-erkek eşittir’ ilkesini yüksek perdeden savunan bir öğreti bunu pratiğinde de yaşa(t)malı ve yansıtmalıdır. Aksi takdirde, inandırıcılığını yitirmeye mahkumdur. Konuşan Alevi kadınları görünür kılınmalı, konuş(a)mayanlar ise – bilgi ve bilinç donanımı açısından – gereken desteği görmelidir. Şu konunun iyice anlaşılması sağlanmalıdır: Ezilen bir toplum kendi içinde başkalarını eziyorsa, kendisine yapılanı iyi kavramış ve tekrar ediyor demektir. Susturulan bir toplum kendi içinde başkalarını susturuyor, yok sayıyorsa görmezden geliyor veya onun adına konuşabileceğini zannediyorsa, kendisine yapılan ‘sömürgeci mantıkta’ bu uygulamaları iyi ezberlemiş ve bu defa kendisinin dışında başkalarına karşı pratiğe döküyor demektir. Nitekim Frantz Fanon (1961) “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabında tam da bu konuyu işlemiştir. Sömürge Sonrası Araştırmalar (Post-colonial Studies) bu konuya, insan topluluklarının kendilerine uygulanılan baskı zihniyetini başkalarında pratik etme halleri ciddiyetle gözden geçirilmeli ve incelenmelidir. Bu anlamda – genelde yapılan ve moda olmuş olan – sözde değil özde bir öz-eleştiri kültürü geliştirilmelidir. Bunun için uygulama ve üretim esastır.
Bin yıllardır içinde büyüdüğümüz düzende hak verilmiyor, alınıyor şiarından hareketle, kadınlar kendi alanlarını yaratabilmeli, güçlenmeli ve buradan – artık yüzyılların getirdiği egemenlikten deneyim kazanmış olan erk(ek)ler ile – eşit mertebelerde buluşup söz sahibi olabilmelidir. Sadece erk(eğ)in konuştuğu, yönettiği, karar verdiği bir toplum yüzde elli noksandır fikriyle Gerda Lerner “Ataerkilliğin oluşumu” (Almanca: Die Entstehung des Patriarchats; 1983) adlı kitabını yazmıştır ve mevcut tarih yazımında kadını aramıştır. Tarihi erk(ek) yazmış (s. 8) “erk-eki” ise sus(turul)arak bunun böyle olmasını tolere etmiştir (complicity). Burada kadın daima cinselliği ile ezilmiş ve düzenin hâkimiyetine mahkum edilmiştir. “Konuşmak istiyorum” diyen kadına “sen bölücülük yapıyorsun!” diyen erk(ek) zihniyeti ise noksanlığı kendinde aramalıdır. Korktuğu nedir diye sorulmalıdır. Böylesi bir zihniyetin Alevi öğretisi bünyesinde yeri neresidir diye de ayrıca irdelenmelidir.
Redaksiyon: Aysel Çelik Dinçer
Resimler: Özge Erdoğan