Bir göz ağlarken diğer gözün gülmesi, ahlaki bir dengesizliktir!

Ancak eşitlikçi ve çoğulcu, canlının ve doğanın esas alındığı, ortak yaşam alanında, ortak yaşam koşullarının sağlandığı demokratik bir düzende, Alevilerin ve de diğer toplumların insan onuruna yakışır bir hayatı yaşama şansları vardır. Aleviler ciddi, kararlı ve iradeli bir örgütlenmeyi sağlayıp, demokraside birleşip, siyaset arenasında yerlerini alıp, kendi taraflarını oluşturmalıdırlar. Bu ‘taraf‘ demokrasi, barış ve insan haklarının egemen kılınacağı bir taraf olacaktır“

  1. yüzyıl dünya genelinde ulusal devlet yapılanmalarının yükselişte olduğu, kapitalizmin giderek büyüdüğü, dünyayı parselleme ve iktidar sahalarının dipdibe geldiği ve sıkıştığı, kraliyetlerin ve imparatorlukların sancılı biçimlerde çöküse geçtiği zaman dilimidir. Osmanlı devleti Tanzimat (1839-1876) süreci ile birlikte Birinci Meşrutiyet (1876) ve İkinci Meşrutiyet (1908), yani Karliyet ve Parlamento’nun birlikte etkin oluğu, Anayasal Monarşi‘yi (Constitutional Monarchy) ilan eder. Parlamenter Rejim (Meclis-i Mebusan) düzleminde Osmanlı Devleti’nin anayasası olan Kanun-i Esasî ancak teoride yürürlüğe girer. Yani, Hakan Mertcan‘ın da ‘Türk Modernleşmesinde Arap Aleviliği‘ kitabında (2015) belirttiği üzere, teoride ‘Osmanlı vatandaşı‘ olarak ifade bulan yasal düzenlemenin, vaad ettiği gibi, egemenlik alanı içerisinde yaşayan tüm inanç gruplarına, eşit hakları gerçekte sağlamamıştır. Özellikle bu dönemlerde Sultan İkinci Abdülhamid gayrimüslim kesime karşı devasa bir soykırım poltikasını yürütür. Göçe ve sürgünlere mecbur kılınan, imha edilen olağanüstü rakamlara rastlıyoruz çeşitli kaynaklarda. Bu dönemden itibaren Sünnileştirme politikaları (ihtida) adına yüzbinlerce gayrimüslim insan, Osmanlı‘nın egemenlik alanı, ama kendilerinin de binlerce yıllık yaşam merkezleri olan bu toprakları, bir daha geri dönmemek üzere, terk etmek zorunda kalmışlardır. Alevi toplumları ise ‘sapkın‘, ama ‘sünnileştirilmesi gereken unsurlar‘ olarak, Osmanlı bünyesinde bir nevi tolere edilmişlerdir. 19. yüzyılın son çeğreğinde ise İttihat ve Terakki Fırkası boy göstermeye başlamıştır ve Osmanlıcılığın (Osmanlı-Sünni Milliyetçiliği) Türkçülüğe (Türk-Sünni Milliyetçiliği) geçisini sağlamıştır.

Modern dünyaya geçiş aslında batı dünyasının merkezlerinde, halkların Mutlâkiyet (Mutlak Krallıklar) dönemlerinin baskıcı rejimlerinden ve onların artık sosyo-ekonomik anlamda sıkışmışlıkları yaşatmalarından, kurtulma mücadeleleri sonucunda gerçekleşmek zorunda kalmıştır. 1789 Fransız Devrimi ve sonrakı süreç, Napoleon savaşları, Rusya-Prusya-Almanya-Britanya-Fransa-Avusturya-Macaristan ittifak kuvvetlerinin birbiryle egemenlik savaşları ve bunların sömürgeleri olan Afrika ve Asya ülkelerine taşınmaları (Satellitenkriege), Amerika’da toprak reformu krizleri ve kölelik sisteminin artık kabul görmemesi dünya gündemini sarsa durmuştur. Karl Marx ve Friedrich Engels’in ‘Das Kapital‘ (1867) kitapları da bu dönemlerde kazandırılmıştır dünya mirasına. Egemen güçlerin paylaşım sahalarının daraladığı ve birbirilerinin kapılarına dayandıkları anda, Birinci Dünya savaşına giden yolda artık kaçınılmaz olmuştur. Paylaşım ve kartların yeniden dağıtılması artık şarttı. Buradan hareketle çevrede yükselen huzursuzluklarda yeni bir dünya düzeninin artık egemenler tarafından kararlaştırılması gereken kaçınılmaz bir durum olmuştur.

Yeni düzende egemenlik ve iktidar alanlarında yönetilenlere daha fazla suspayı verilme zamanı gelmiş, kendilerinin yönetime ikna edilme şartı kapıya dayanmıştır. Fransız Sosyolog, Pierre Bourdieu ‘Sembolik Şiddet’ten‘ (symbolische Gewalt) bahsederken, egemenlik ve iktidarın sağlanmasının kurum ve anlamlandırma (wordling) sistemleri ile yönetilenlere bir nevi gizli biçimde, indirekt ve farkettirilmeden (medya, demokratik işlemeyen ama Demokrasi‘nin ana sütünlarından olan, ‘‘adı var kendisi yok‘‘ nezdinde Parlamento ve seçme hakkı; vs.) aşılandığını ifade eder. İktidarın yönetilenler tarafından kabul görmesine Bourdieu ‘Sembolik Şiddet‘ adını vermiştir. Sosyal düzenin sağlandığı bu şiddetin, yönetilenler tarafından kabul edilmesine ise ‘sembolik iş-birlikçiliği‘ (symbolische Komplizenschaft) adını vermiştir. İtalyan yazar ve entelektüel Antonio Gramsci ise hiç bir egemenliğin, üzerinde etki ettiği kitlenin onayı olmadan var olamayacağını belirler (Kompromiss). ‘Vatan-Millet‘ denildiğinde bazı kesimler için akan suların bile durmasının yarattığı etki ve minarelerden gelen bir emir ile ellerinde sopa ve kamalar ile sokaklara dökülmesi, işte böylesi bir sembolik şiddetin ve sembolik iş-birlikçiliğinin sonucudur. Bu bağlamda Birinci Dünya Savaşına giden yolda, ulusalcılık, ulus devletçilik, yani tek dil – tek din – tek millet mantığı anayasal düzlemde resmiyete kavuşturulmuştur. İkidar ve egemenlik alanlarında yönetilen bazı kesimler bu şekilde anlaşmaya oturabilmiştir ve ‘Yüce Türk Milleti‘, ‚Büyük Alman Milleti‘ vs. gibi tanımlamalar tarih sahnesinde yerini bulmuştur. Artık Millet’in egemen olduğu fikrine inandırılmıştır yönetilenler.  Ataol Behramoğlu’nun dizeleri geliyor aklıma: „Ey bu topraklar için. Toprağa düşen“ Bir karış toprağın. Var mıydı yaşarken?‘‘ Mevcut dünya sisteminde, hiçbir kararın egemenlerin iradesi dışında gelişemeyeceği gerçekliğinin bilincinde olarak, Türkiye’yi de kontrol altına alma ve sakinleştirme misyonu Mustafa Kemal Atatürk’e verilmiş gibi görünüyor. Diğer yandan Afrika ve Asya kıtalarında sömürge ülkelerinin üzerinde artık eskisi gibi etkin olamayan egemenler, bu ülkelerinde sömürge sıfatından kurtulmalarına imkan sağlamıştır. Ancak yinede, yeni dünya düzeninde farklı bağımlılıkların, asimetrik merkez-çevre ilişkileri kapsamında, özellikle ekonomik ve akabinde politik anlamda, devam etmesini sağlamayı da ihtmal etmemiştirler. Bu anlamda örneğin İngiltere’nin formülü günümüze kadar varlığını sürdüren (resmi olarak) 1947de ‘İngiliz Milletler Topluluğu’nu’ (Commonwealth of Nations) kurarak, eski sömürgelerini etki alanında tutmayı sağlamak olmuştur.

Kapitalist dünya sisteminin ilkel biçimi, insan nüfusunun artması ve özel mülk (ev, toprak, eş, aile, hayvan vs.) bağlamında, (küçük ve büyük çapta) toprak sahiplerinin egemenlik sahalarını belirlemeleri ve bunları koruma altına almaları (haraç/vergi sistemi, (paralı-)askeriye, vs.) ile başlamıştır. Kapitalizm büyüyerek, sürekli kendini yeniliyerek ve geliştirerek günümüze kadar gelmiştir. Kapitalizm doğası gereği tıpkı bir kanser hücresi gibi, çevresinde bulunan olumlu veya olumsuz olan her unsuru, kendi içinde absorbe etmeye, adapte etmeye ve dönüştürmeye yönelik bir yapıya sahiptir. Adına feodalizm, liberalizm, neo-liberalizm demek bu gerçeği değiştirmiyor. Değişerek değil, gelişerek ve dönüşerek, aslında her anti-unsura karşı daha da güçlenerek, büyüyerek, bağışıklık kazanarak, günümüze kadar gelmiştir. Nüfus çoğaldıkça özel mülkü koruma güçlüğü, gasp ve hırsızlık olaylarının artması sonucunda, dini yasalarında yetersiz kaldığı bir noktada, 1762 yılında, Fransız asıllı felsefeci Jean-Jacques Rousseau’nun merkez-batı dünyasında ilk ‘modern anayasa‘ olarak kabul edilen ‘Toplum Sözleşmesi‘ (Du Contract Social ou Principes du Droit Politique) devreye girmiştir. Bunu anlamak, dünya siyaset sistemini de genel hatları ile anlamayı sağlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nin kurulması da genel hatlarıyla, böyle bir dünya sisteminin, yani her şeyin birbiriyle bağlantılı ve birbirine bağımlı olduğu bir konjüktürde meydana gelmiştir. Böyle bir düzlemde ‘‘tam bağımsız‘‘ bir ülkeyi talep etmek, mevcut dünya düzenini anlamamış olmaktan öte, tüm mücadelelerin ancak pastadan pay alma ve bir şekilde daha fazla söz sahibi olma ve aslında salt var olma çabası olduğunu idrak etmekten yoksun olmak anlamına gelir. Tam bağımsız bir Türkiyeyi talep etmek bu maddenin doğasına aykırı ve absürd bir fikirdir. Dolayısıla Türkiye Cumuhuriyeti’nin kurulması bir mucize olmamakla birlikte, giderek küreselleşen ve kartelleşen, siyasetin ticarete hizmet ettiği bir dünya sisteminin sonucudur. ‘Kurtuluş Savaşı Destanı‘ yapay bir konstrükt olan ulus devletin, kendi çıkarları adına kan dökmesinin ve kendi egemenlik alanının içindeki yönetilenleri kurban etmesinin, yine yönetilenler tarafından kabul görmesinin, Bourdieu’nün de ifade ettiği ‚sembolik şiddetin‘ bir biçimidir.

Çok uluslu, çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli toplumları kendi egemenlik sahası içina alan Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Yavuz Sultan Selim I. döneminde (16. Yüzyıl) daha katı biçimde, tekleştirme, yani artık iyice devlet katında kurumsallaşmış olan, Sünnileştirme siyasetini devasa bir baskı siyaseti ile uygulamıştır. Osmanlı işgal, talan ve savaş siyasetinin getirdiği zorluklar ve sıkışmışlıkları, karşısında kendisini zorlayan ve sürekli işgal amaçlarını güttüğü Avrupa topraklarındaki egemenlerin gücünü kırmayı, kendi egemenlik sahasında bulunan toplumlara karşı, baskı uygulayarak, daha fazla vergi ve asker talep ederek, kompenze etmeye çalışıyordu (Aydın 2010). Bu baskılara karşı gelmek isteyen toplumları da relative etmek ve pıstırmak için, ihtida politikasını şiddetle uygulamaya devam ediyordu.

Dünya siyaset konjüktürü gereği imparatorlukların artık sonu gelmeliydi ve yeni dünya düzeninde modern ulus devletlerin devri başlamalıydı. Çok uluslu, çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli toplumları tekleştirerek kontrol altına alma uygulamaları bu anlamda, tekçi zihniyetin Osmanlı’dan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nde de şiddetle devam etmesini gerektiriyordu. Avrupa topraklarında, tabanın, yani halkların, artık bıçağın kemiğe dayanmasından kaynaklı, sokaklara dökülüp değişimi talep etmeleri, Türkiye’de yine Osmanlı‘da olduğu gibi, ancak tepeden inme uygulamalarla hayata geçirildi. Dünya bir değişim sürecinden geçiyordu ve bu anlamda Osmanlı’da ayakta kalmanın yollarını aramalıydı. Türkiye Cumhuriyetine geçiş artık şarttı ve Avrupa’da eğitim almış Jöntürk hareketi gereğini yerine getirmekle yükümlüydü. Türk-Türkçe-Sünni paradigması, Ziya Gökalp gibi insanlar tarafından kurumsallaştırıldı ve zihniyetin, ülke sınırları içinde yaşayan insanların son hücrelerine kadar yerleştirilmesi, devasa bir titizlikle onyıllarca işlenildi. Türk Tarih Kurumu‘nun TTK (1924), Türk Dil Kurumu‘nun TDK (1924), Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (1924), Halkevleri’nin (1932) kurulmaları, paradigmanın toplumun en ücra köşelerine kadar yerleştirilmesinin gerekleriydi. 1980lerde ‘Camisiz köy kalmasın‘ şiarıyla devam etti zihniyet ve şimdilerde Adalet ve Kalkınma Partisi AKP iktidarının ‘Dindar nesil yaratma‘ projesinin[i] ekseninde, İmam Hatip okullarının açılmadığı yer bırakmayarak, Televizyon kanallarının kapatılarak, yönetilenlerin haber alma haklarını sansürleyerek, tekleştirme amaçlı toplum mühendisliğine devam ediliyor. Sonuç, 15 Temmuz 2016 gecesi, minarelerden gelen emir ile sokaklara dökülen, boyunlarında Türk bayrağı ve eli yüzü kanlı, paradigmaya uymayanları katletmek üzere dağa gönderdikleri Mehmetçiği katleden yığınlar oldu. Bu anlamda iradesini teslim etmiş ve iradesi gasp edilmiş topluluklar ülkesidir, Türkiye Cumhuriyeti Devleti.

İlginçtir, Ziya Gökalp’in etnik kökeni Zazaydı. Pontus’da Rumları ve Kızılbaşları katleden Hacı Topal Osman Ağa Rum’du. Adolf Hitler bir Avusturyalıydı ve Almanya’da diktatör oldu. Josef Stalin bir Gürcüydü ve Rusya da diktatör oldu. Napoleon Bonaparte bir Korsikalıydı ve Fransa’da yönetimi ele geçirdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün etnik kökeni tartışmalı bir konu ve ama Bektaşi olduğu söylenceler içinde yerini alıyor. Bakınız, Sabiha Gökçen bir Ermeni kızıydı ve Dersim’i bombalayan da kendisiydi. Gücü ele geçirdikten sonra, egemenlerin egemenlik sahalarını korumak adına, kendi halklarına hunharca zulum etmiştir bu isimler.

Avusturyalı bilim insanı Wilhelm Reich “her insanın içinde bir faşist vardır” tezinden yola çıkarak, insanların nasıl oldu da Adolf Hitler’i ve dönemin diger diktatörlerini uzun süre olumlu yönde selamladıklarını, piskolojik ve sosyolojik açıdan inceledi. “Massenpsychologie des Faschismus” (Toplumun Psikolojisinde Faşizm) kitabında yığınların Mussolini’nin faşizmine ve Hitler’in Ulusalcı-Sosyalizmine sempati duymasını, küçük burjuva kesimin ve işçi sınıfının, kendi bastırılmış duygularından beslenerek geliştirdikleri şiddet eylemleri ve bu duyguları yaşamak adına ulaşmak istedikleri güç ile ilgili fantazileriyle ilişkilendirir. Benzer biçimde, yazar Volker Elis Pilgrim, ‘Muttersöhne’ (Analarının Oğulları) kitabında Birinci Dünya Savaşı‘ndan sonra, babalarını küçük yaşlarda kaybetmiş ve ciddi bir yaşam mücadelesi ile karşı karşıya kalmış annelerinin, güçlü bir etki alanına maruz kalmış, kimlik ve kişiliğini geliştirememiş ‘Nicht-Personen’, yani ‘Kişi(lik) olmayanlar’dan, ‘Kişiliksizlerden‘ bahseder. İnsan gelişim piskoklojisi (Entwicklungspsychologie) açısından son derece sorunlu kişiliklere, hatta kişilik bozuklularına sahip olan bu ‘Kişi(lik) olmayanlar’, Stalin, Mussolini, Franko, Hitler, Napoleon gibi isimlerin, sürekli nefret ve şiddet güderek ve uygulayarak, dünyayı nasılda kan gölüne çevirdiklerini ele alıyor çalışma. Bu çalışmaların enteresan olan kısmları ise, bu isimlerin devasa bir güce sahip olmalarının ve yığınları bir zaman peşlerinden götürmelerini başarabilmiş olmalarının, bu yığınların güçlü olma, eşittir ‘erkek olma’, ‘erkekleşme‘ fantazilerini (örneğin: kadınlar ile olan veya ol(a)mayan ilişkileri son derece sorunlu ve sapkındır), bu isimlerin şişirilmiş ve aslında gerçek değil, mizansen şahıslarında karşılandığını ifade etmesidir. İnsan-ı Kâmil, yani insan olma şansından mahrum kalan, evdeki ve toplumdaki despot baba, öğretmen, eş, lider, yönetici, söz sahibi, vs. figürlerinin bu aktörlerde vücut bulması (Projeksiyon), yığınları peşlerinden götürebilmelerine sebep olan önemli etkenlerden olduğunu ifade ediyor yazarlar. Adı geçen bu isimlerin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün şimdilerde ise Recep Tayyip Erdoğan’ın biyografyasında, birbiriyle örtüşen çeşitli unsurlara da rastlıyoruz.

Bizler Fatih’in ve Selahaddin’in torunlarıyız!” naraları atan bazı siyaset insanlarından sonra, bir de Muş Alparslan Üniversitesi öğretim görevlisi, Abdülkadir Şen’in sosyal medyadaki şu paylaşımları gündeme düştü: ‘‘Suriye direnişi başarısız olursa Anadolu’da Şah İsmail’in mezhepçi vahşileriyle yaşanacak. Herkes hesabını buna göre yapsın‘‘ (13.12.2016); ‘‘Ey Halep’te çocukları, kadınları, sivilleri, sivilleri korkakça bombalayan rejimi savunan mezhepçiler: Sizi bu coğrafyada yeni Malazgirtler bekliyor. Bu coğrafyanın her köşesinde yeni Malazgirt yaşanacak. Şah İsmail’in bağnaz mezhepçi piçleri hesap verecek. Şahlaştınız Yavuzlaşacağız‘‘ (13.12.2016); ‘‘Cem Evi, Ali, insana saygı, Madımak, hoşgörü diyen namussuz mezhepçi varsa Halep’te katillerlerle beraber. Lanetliler topluluğu…‘‘ (13.12.2016). Tekçi, şövenist ve militarist zihniyetin insanları getirdiği noktayı, bu kişinin bu hareketi, oldukça net biçimde ortaya koymuş bulunmaktadır ve daha önemlisi bu kişi yalnız değildir. Önemli bir sayının duygularını ifade etmeye cesaret etmiştir kişi. Kendisi gibi düşünen milyonlar ve onlara cesaret veren, zihniyetin kurumsal temsilcisi olan bir devlet vardır. İttihat ve Terraki evrimleşerek bugünlerde meyvelerini veriyor. Bu tip durumları tolere etmek, bu ‘Nicht-Personların‘ seslerinin yüksek tonlarda çıkmasına izin vermek, meydanı tam da bu zihniyete, zihniyet sahiplerine ve taşıyıcalarına teslim etmek demektir.

Eğer insanlık onuru kazanakcaksa Kızılbaş Alevi toplumu demokrasi mücadelesi adına, kendi öz iradesini oluşturup, eşit haklara dayalı ve insan onuruna yakışır bir yaşamı inşa edebilmek için, siyasi alanda yerini almak zorundadır. CHP eski Kadıköy Belediye Başkanı Avukat Selami Öztürk’ün 12 Aralık 2016 tarihinde CNN Türk televizyonunda sarf ettiği şu sözleri, kimi insanlar tarafından esef ile karşılandı: ‘‘Suriye’deki Irak’taki mezheplerle bizdeki mezhep ayrılığı çok farklı. Bizim Alevi kitlemiz, kendisine baskı yapılsa da yakılsa da öldürülse de buna karşılık vermeyen, tam tersine sineye çeken ama bunu farklı şekillerde anlatan bir yapıya sahip. Bu bizim için büyük bir şans. Bu şansı hepimizin, biz Sünniler dahil kullanmamız gerekir‘‘.[ii] Ne var ki, Selami Öztürk’ün ifadesi kanımca doğrudur. Aleviler hiçbir zaman örgütlü olarak, Alevilik adına silaha sarılıp kendi haklarını talep etmemişlerdir. Bunun ‘Alevi öğretisinde şiddete yer yok‘, ‘Alevi öğretisi hümanist, yani insan merkezli bir içeriğe sahiptir‘ veya ‘Alevi örgütlenmeleri ciddi anlamda bir örgütlülük ve bununla birlikte bir silahlı mücadeleyi geliştirme konusuna yoğunlaş(a)mamıştırşlar‘ gibi bir çok nedeni olabilir. Son zamanlarda ‘Artık Alevi kitlesi de silaha sarılmalıdır, çünkü başka çaresi kalmamıştır‘ fikrinde olan sesler yükselmeye başladı. Kuşkusuz, kendi yaşam haklarını savunmak için, bazı durumlarda silaha başvurmak kaçınılmazdır, ancak mevcut dünya sisteminde, egemenlerin sahip olduğu askeri güç ve silaha, ulusal ve uluslararası kurumlara, medya ve türlü diplomatik ilişkilere karşı meydana çıkmanın, her şeyden önce en asgari biçimde ‘terörist‘ olarak suçlanmaktan ve lanse ettirilmekten başka bir işe yaramayacaktır. Eğer bu satranç masasında Fil, At, Vezir, Kral değilseniz piyon olmaktan, iradenizi teslim etmekten ve ayaklar altında ezilmekten başka şansınız olmayacaktır. Tam aksine, demokrasi mücadelesini yürütebilmek adına, Alevi örgütleri gücünü öğretiden alabilmelidir. Bunun gerçekleşebilmesi için her şeyden önce öğretinin özüne inilmeli ve öğretinin neleri ifade ettiğini yeniden algılamanın yolları aranmalıdır. İnsan-ı Kâmil, Hümanizm, Rızalık, Eşitlik, Anti-Savaş ve Anti-Irkçı, Doğa hakları, yaşamak ve yaşatmak önemli sütunlarıdır öğretinin. Donnah Haraway, Sandra Harding, Helen E. Longino, Maria Mies, Chandra Talpade Mohanty gibi kadın bilim insanları çalışmalarında, ezilen kişi ve grupların, dünyada yaşanılan adaletsizliklerin ve dengesizliklerin daha iyi farkında ve bilincinde olabileceklerine, bu anlamda ise dengelerin sağlanabilmesi adına, bilinçlenme ve farkındalık geliştirdikleri taktirde, bu kişi ve grupların, yine kendilerini ve içinde bulundukları toplumları etkileyecek, daha iyi yaşam koşullarını sağlamakta, en doğru biçimde etkin olabileceklerini ifade ederler. Eşitlikçi ve çoğulcu bir demokrasiyi inşa etmek, ‘‘‘Alevilik‘ inancından‘‘ öte, en asgari biçimde ‘‘‘Alevizm‘ dünya görüşünden‘‘ hareketle, siyasi bir irade oluşturmanın yolları aranmalıdır. Ancak eşitlikçi ve çoğulcu, canlının ve doğanın esas alındığı, ortak yaşam alanında, ortak yaşam koşullarının sağlandığı, demokratik bir düzende, Alevilerin ve de diğer toplumların insan onuruna yakışır bir hayatı yaşama şansları vardır. Aleviler ciddi, kararlı ve iradeli bir örgütlenmeyi sağlayıp, demokraside birleşip, siyaset arenasında yerlerini alıp, kendi taraflarını oluşturmalıdırlar. Bu ‘taraf‘ demokrasi, barış ve insan haklarının egemen kılınacağı bir taraf olacaktır.

Sosyal medyada iki eline Zülfükârı alıp ‘Ya Ali‘ diye pozlar verilmemelidir mesela. ‘Ya Ali‘ denildiğinde Kızılbaş Alevi geleneğinde adalet, barış, yardım, dost, yaren, Allah’ın ta kendisi çağırılır. ‘Ya Ali’nin karşılığı savaş, kılıç, kalkan, şiddet değildir! Aleviliğin içinde yüzyıllardır maruz kalınan turancı, yani tekçi, militarist, şöven hal, hareket ve tutumların sızdırılmasına ve Aleviliğin yozlaşmasına, dejenere olmasına ve kirlenmesine izin verilmemelidir. İnsan-ı Kâmil olma yolunda, Talip-Pir-Rehber zaaflarından, eksiklerinden, kötü huy ve yönlerinden kurtulmanın olanaklarını arar; toplumsal barışı ve huzuru arar. Her bireyin İnsan-ı Kâmil olduğu ya da olmaya çabaladığı bir toplum barış, eşit haklar ve huzur içinde, insan onuruna yakışır biçimde yaşama şansını yakalayabilir.

Yine ortak yaşam ve huzur için öğretideki ‘rızalık geleneğini‘ iyi idrak etmek lazım mesela. İnsanca yaşama doğru giden yolun bir ve o yola giden süreğin binbir olabilir olduğunu ifade eder bu gelenek. Kendisini yeniden yapılandırmalı (Re-Konstruktion), kendi özüne dönmeli ve kendini bulmalıdır Alevilik ve Alevi toplumu. Bunun gerçekleşebilmesi için kendi tarihi ile yüzleşmeli, Kürt siyasi hareketinin, Türk milliyetçiliğinin, Türk Solu’nun[iii] kendisini ne türlü ve nasıl etkilediğini iyi irdelemelidir. Kendi içindeki ‘Dedelik geleneğinin‘ hangi boyutta olduğunu, bilgi düzeyinin ne olduğunu, nasıl yaşanıldığını, yeni dünya ve yeni nesillere ne denli bir etkisinin olduğunu, nasıl işlenildiğini irdelemesi gerektiği gibi, ‘Alevilikte kadın-erkek eşittir‘ diyerek Alevi kadının reelde, yani toplumsal ve bireysel pratiğinde ne kadar eşit olduğuna da mutlaka bakabilmelidir mesela.

Geleceği sağlıklı belirleyebilmek adına, Alevi kitlesinin pratikte Alevi öğretisinden ne denli uzaklaştığını ve öğretiye ne denli yabancılaştığını konuları mutlaka mercek altına alınmalıdır. İttihat ve Terraki’den öğrenildiği şekilde, mesele ‘Ermeni düşmanlığı konusuna‘ geldiğinde kimi Kürtler, kimi Türkler, kimi Aleviler ve kimi Sünniler birlikte kuru düşmanlık yapmak adına, ortak cephede toplanabilmemeli mesela. Aynı şekilde, mesele ‘Kürt düşmanlığı konusuna‘ geldiğinde yine kimi Ermeniler, kimi Zazalar, kimi Türkler bir araya gelebilmemeli mesela. Konu ‘Zazalık konusuna geldiğinde‘ ise kimi Kürt(çü)ler, kendilerine Türk(çü)ler tarafından uygulanılan inkarcı ve baskıcı hareketleri, başka toplumlara karşı tekrar etme ve öğrendiklerini uygulama gafletine girmekten sakınmalıdırlar mesela. Kimlik krizlerinin ekseninde, ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur‘ geleneğinden hat safhada muzdarip olan Ortadoğu toplumları, insanca bir yaşama kavuşabilmek adına, bu bağnazlıktan bir an önce kurtulmanın yollarını aramalıdırlar, çünkü bir göz ağlarken diğer gözün gülmesi, ahlaki bir dengesizliktir!

 

Kaynakça

Arslan Zeynep (2017): Demokratisierung durch Selbstermächtigung! Historische Prozesse und Optionen, auch widersprüchlicher Strategien zur Entwicklung des Empowerments alevitischer Frauen* aus der Türkei. Universität Wien. Forthcoming soon.

Arslan, Zeynep (2016): Eine religiöse Ethnie mit Multi-Identitäten. Die europäisch-anatolischen Alevit-Innen auf dem Weg zur Systematisierung ihres Glaubenssys-tems. LIT Verlag. Wien.

Arslan, Zeynep (2009): Eine Analyse der politischen Ökonomie Türkei-Nord Kurdis-tans: und der nationalen Frage unter dem Aspekt der Abhängigkeitsstrukturen zu den USA und zur EU. VDM. Saarbrücken.

Aydın, Erdoğan (2010): Osmanlı Gerçeği. Nızam-ı Alem’in Gayrı Resmi Tarihi. (Deutsch: Die Wahrheit über die Osmanen. Die in-offizielle Geschichtsschreibung des Nızam-ı Alem). 11. Auflage. Kırmızı yayınları. İstanbul.

Dreßler, Markus (2002): Die alevitische Religion. Traditionslinien und Neubestim-mungen. Ergon Verlag. Würzburg.

Haraway, Donna (1995): Situiertes Wissen. In: Diess: Die Neuerfindung der Natur. Primaten. Cyborgs und Frauen. New York.

Harding, Sandra (1989): Feministische Wissenschaftstheorie. Zum Verhältnis von Wissenschaft und sozialem Geschlecht. Hamburg.

Longino, Helen E. (1990): Science as Social Knowledge. Values and Objectivity in Scientific Inquiry. Princeton.

Mertcan, Hakan (2015): Türk Modernleşmesinde Arap Aleviler (Tarih Kimlik Siyaset). Karahan Kitabevi. 3. Aufl. Adana.

Mies, Maria (1978): Methodische Postulate zur Frauenforschung. Dargestellt am Beispiel der Gewalt gegen Gewalt. In: Sozialwissenschaftliche Forschung und Praxis für Frauen e.V. (Hg.): Beiträge zur feministischen Theorie und Praxis. Verlag Frauenoffensive. München. S. 41-63

Mohanty, Chandra Talpade (2003): Feminism without Borders. Decolonizing Theory, Practicing Solidarity. Duke University Press. London.

Reich, Wilhelm (1971): Die Massenpsychologie des Faschismus. Kiepenheuer & Witsch. 5. Aufl. Köln.

Pilgrim, Elis Volker (1989): Muttersöhne. Rohwolt. Hamburg.

[i] Online haberportali Diken (27.2.2016): Erdoğan hedefine bağlılık bildirdi: Dindar nesil yetiştireceğiz: http://www.diken.com.tr/erdogan-sozunden-vazgecmedi-hedefimiz-dindar-nesil-yetistirmek/ [2.4.2016]

[ii] Günlük gazete Evrensel (12.12.2016): ‚Aleviler yakılsa da sineye çekiyor, bizim için büyük şans‘: https://www.evrensel.net/haber/299170/aleviler-yakilsa-da-sineye-cekiyor-bizim-icin-buyuk-sans [13.1.2017]

[iii]Türk Solu’nun’ Türkü, Kürdü, Zazası, Arnavutu, vs. yoktur. Yeni zamanda kavramların yeniden gözden geçirilmesi ve yeniden kavramsallaştırılması, sosyo-ekonomik ve toplumsal gelişmeleri doğru irdeleyebilmek adına, mutlaka gereklidir. Türk Solu demek bu hareketin sadece Türk etnisitesine ait bir düşünce akımı olduğu yanılsamasını doğurur. Bu yüzden Türk Solu’nun kendi içindeki milliyetçi, partizancı ve kendi içindeki bölünmeleri de gözeterek, kendisinden farklı düşüneni kriminalize edecek derecede eleştirmesini, dışlama ve tehşir etme çabasını göz önünde bulundurarak, belkide İttihatçi Sol (yani tekçi, yani ‘benim gibi düşünmüyorsan yoksun‘ fikrini yaşayan kendi renginde tutucu, kendi renginde ortodoks zihniyet), demek artık daha yerinde olacaktır.

Kızılbaş Dergisi Sayı 69

Ähnliche Beiträge

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Diese Website verwendet Akismet, um Spam zu reduzieren. Erfahre mehr darüber, wie deine Kommentardaten verarbeitet werden.