“Düşmanımın Düşmanı Dostum(MU)dur..?“

 

Bu anlamda bayrak‘ta, Atatürk’te, Kuvayı Milliye’de vs.”de birleşmek yerine, insan onurunda, eşitlikte, gerçek bir demokrasi anlayışında ve ortak mücadele alanlarının platformlarını yaratımında birleşmenin yollarını aramalı. Bu konuda özellikle Alevilerin insan ve yaşam merkezli değerleri esas alan öğretilerinden alabilecekleri çok fazla ilke var, ki onların evvela idrak edilmesi ve özümsenmesi gereklidir. Bunun için de Alevilerin, öncelikle kendi içlerindeki İttihatçı/tekçi zaaflarından kurtulmaları kaçınılmaz bir önkriter olarak karşımızda durmaktadır.  

Türkiye’de en demokrat insan diyebileceklerimiz bile konuşmalarının sonunda “Yaşasın Atatürk!“ ve buna benzer sloganları atıyorlar. Bir taraftan “barış ve sevgi“ propagandası yapılırken, bu tavır bizlere son derece çelişkili geliyor.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin paradigması bellidir; Osmanlı döneminde daha çok “İslam“ ve son dönemlerinde “Türk“ profilinde “vatandaş“ inşaa edilmeye çalışılırken, Türkiye Cumhuriyetine yatay geçişte, bu profil için, önce “Türk“ sonra “İslam“ derken, sonunda “Türk-Sünni-İslam-Sentezinde“ buluşuldu.

Barizdir; ulus devlet modelleri merkez Avrupa modeli bir ideolojidir. Bu ideoloji, bu egemenlerin vasıtasıyla da tüm dünya sisteminde geçerli oldu. Osmanlı gibi imparatorluklar zamana karşı direndikleri için, ancak geç kalınmış bir dönemde ulus devlet modeline geçme durumunda kaldılar. Bunu yaparlarken, ulus devlet olmuş fakat Birinci Paylaşım Savaşından sonra, ekonomilerini palazlamak üzere, yeni bir Pazar’ı yaratmak arayışında olan Almanya ve Avusturya gibi ülkeler, “daimi“ müttefikleri olan Türkiye ile ortaklık yaptılar. Yeni pazarı yaratmak üzere, ülkenin stabil olması yine onun da ulus devlet, yani bugünlerde de hep söylüyorlar ya: tek dil, tek vatan, tek millet, tek din vs. olması gerekli kılındı. Dolayısıyla, ülkede ulus devlet olma kriterlerini yerine getirmiş olan Ermeni halkı ve diğer tüm Hıristiyan halklarının kanı pahasına bu pazarı inşaa etme konusunda hemfikir olunmuştu.

Böylesi bir tarihi ve sosyoekonomik kontekst çerçevesinde, neye karşı kime karşı bir “Kurtuluş Savaşı“ yürütüldü? Ermenilere karşı mı? Pontoslulara karşı mı? Müslüman kardeşliği üzerinde yine ve yine “kandırdıkları“ ve önce ortak hareket ettikleri (“Müslüman olmayan halklara karşı”) ve sonra da verdikleri sözleri yerine getirmedikleri Kürt beylerine karşı mı?

Osmanlı miladını çoktan doldurmuştu. Türkiye’de yeni bir Pazar olmak üzere, zaten Birinci Paylaşım Savaşında büyük kayıplar vererek, yorgun ve bitap düşmüş Avrupa siyasi aktörleri ile müzakerelerde, bir inşaa sürecine girmişti. Bugüne dek “tek dil, tek millet“ naraları atılırken, savaş döneminde “tehcir“ yani ölüm yolculukları uygulanmışken, bugün “ülke nüfusunun yüzde 99,9’unun Müslüman olduğu“ söylenirken, neyin “barış“ından ve neyin “sevgi“sinden bahsediyorlar?

Görüyoruz, kiliseleri ve daha bir çok şeyi; o bir zamanlar bu topraklarda yaşamış olan kadim halkların izlerini silemediler. Peki, onlar neredeler? Ve biliyoruz, belgeleriyle, çocukların Müslüman subaylara Türk ve Müslüman olmak üzere verildiğini, kadınların zorla Türk ve Müslümanlarla evlendirildiğini, kaçırıldıklarını, ‘Ermeniyi ve Hıristiyanı ve de Aleviyi öldürdükten sonra malının, mülkünün ve karısı‘nın hak sayıldığını. Bütün bunları bilirken biz, soykırımları uygulamış olan ve hala bu soykırımcı ve asimilasyoncu paradigmaları sürdüren ve histerik bir şekilde bütün bunların ana temsilcisi olan Atatürk’e, Kuvayı Milliye‘ye ve bayrağa sarılan siyasi aktörlerinin, “gelin, buyrun arşivlerimize bakabilirsiniz“ demesini neden samimi bulalım? Ki bilgilerin sistematik bir biçimde yok ettiğini bu devletin bilirken biz?

1980’lerde TRT değilmiydi, köy köy dolaşıp orada yaşayan kadim halkların ezgilerini Türkçeleştirip “Türk ve Sünni Müslüman“ vatandaşları oluşturmak üzere, insanları tornadan geçirme çalışmalarını yürüten? Ya köylerin isimleirnin türkçeleştirilmesine ne demeli? Bugüne dek o popüler şarkı yarışmalarında Fransızca, İngilizce yabancı dil olarak, bu dilleri bilen kişi tarafından garip bir “üstün insan“ kibiryle icra edilirken, bu toprakların kadim halklarının dilleri neden hala yasak? Bütün bunlar, halkların hafızalarını silmeye ve onların benliklerini yok etmeye yönelik sistematik asimilasyon çalışmalarıdır ve asimilasyon soykırımın en önemli aygıtlarındandır. Bugüne dek biri alır köprüye Yavuz Sultan Selim’in ismini verir, öteki demokrasi demokrasi diye bağırır ve sonunda hep “Yaşasın Atatürk“, “Yaşasın Kuvayı Milliye“ der ve halkların kanı üstüne kurulmuş Cumhuriyetin bayrağını, acılarını hala yüreklerinde taşımakta olan insanların gözlerine sokarmışçasına sallar durur.

Paradigma daima aynıdır ve bugün de “etnik milliyetçi“ taraf ile “dinci milletçi“ taraf arasında gider gelir. Paradigmanın adı: “Türk-Sünni-Müslüman“dır. Fakat, bu paradigma çürüktür ve içinde reformcu tavırlarla hareket etmek yerine ve ona su taşımak ve oradan medet ummak yerine, gerçek bir demokrasi oluşumunu tabandan yukarıya doğru gerçekleştirmek tek yol gibi görünmektedir. Bu paradigma sahiplerinin sürekli bir şeyleri vaat ediyorlar, fakat yerine getirecek nitelik ve yapı, kendi iktidar ve kuramlarını korumak için, asla yoktur ve olamaz, çünkü bu onun doğasına aykırıdır. Buralardan sürekli medet ummak, Kürt siyasetinin yaşadığı şu durumlardan görüldüğü üzere, talihsiz kendine ve tarihine yabancılaşmış bir tutumdur. Halklar “düşmanımın düşmanı“ dostumdur diyerek, paradigmanın ana taşıyıcısı olan ve şu günlerde iktidar mücadelesi veren ve neoliberal İslamo-Kemalist AKP’nin karşısında sosyaldemokrat görünen CHP’yi iyi okumalıdırlar. Bu kavga, gerçek bir demokrasi, aydınlanmış toplumlar, insan onuruna yakışır yaşamı yaşamak isteyen ve eşit değerlerde birlikte varolabilmeyi isteyen halkların kavgası değildir. Bu anlamda iradesi ellerinden alınmış halklar, kendi iradelerini geliştirmeli ve yaşanılası yarınları aktif inşaa etmek adına, ona sahip çıkmalıdırlar. Yaşamlarımız, paradigmayı koruyan statükocu yapılara teslim edilmeyecek kadar kutsal, kendi sorumluluğumuz dahilinde ve irademizde olmalıdır.

Herşeyden önce, beyinlerimize ve tüm varlığımıza empoze edilmiş olan “İttihatçı“ hastalık hakkında farkındalık geliştirmeliyiz. Öyle ki, Zazalar, Kürtler, Aleviler olarak Ermeni meselesi konu olunca, tek cephede birleşerek, Türk devletinin anlattığı masaldan yana tavır almamalıyız mesela. Söz konusu paradigmanın mağdurları olarak, ortak mücadele alanlarını geliştirmek üzere strateji ve olanakları inşaa etmeliyiz. Ve herşeyden önce, sorgulayan ve eleştiri kültürü gelişmiş bir eğitim anlayışını benimsemeliyiz. O devletin “torna sistemi olarak işlev gören“ okullarında alınabilecek bir eğitim değildir bu. Fakat, tarihte birçok örnekten biliyoruz ki, halklar tabandan yukarıya kendi imkanlarıyla eğitim platformlarını geliştirebilirler. Ancak böylesi bir anlayışta, şiddet kültürünün devlet tarafından pekiştirildiği (diziler, gündüz kuşakları, siyasi üslup vs.) ve şiddet uygulayanların ellerinin öpüldüğü ve serbest bırakıldığı, taciz ve tecavüzlerin olduğu bir ülkede, insan onuruna yakışır bir yaşamı gerçek kılmak adına bilinci yükseltme şansımız olabilecektir.

Bu anlamda bayrak‘ta, Atatürk’te, Kuvayı Milliye’de vs.‘de birleşmek yerine, insan onurunda, eşitlikte, gerçek bir demokrasi anlayışında ve ortak mücadele alanlarının platformlarını yaratımında birleşmenin yollarını aramalı. Bu konuda özellikle Alevilerin insan ve yaşam merkezli değerleri esas alan öğretilerinden alabilecekleri çok fazla ilke var, ki onların evvela idrak edilmesi ve özümsenmesi gereklidir. Bunun için de Alevilerin, öncelikle kendi içlerindeki İttihatçı/tekçi zaaflarından kurtulmaları kaçınılmaz bir önkriter olarak karşımızda durmaktadır.

Zeynem Arslan

25.04.2019

Fotocredit: mynet.com

 

Ähnliche Beiträge

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Diese Website verwendet Akismet, um Spam zu reduzieren. Erfahre mehr darüber, wie deine Kommentardaten verarbeitet werden.