zâhiri inanç, bâtını sınıf mücadelesi…Ve müdâhil olmak…
Ulusdevlet yapılanmalarının 18.yy’dan itibaren sanayi devrimiyle birlikte imparatorlukların çöküşü, yönetici ve sözsahibi aktörlerin kendi iktidarlarını ayakta tutmaya ve bunun için üretenlerin üzerinde etki etmeye devam etmeye yönelik inşaa edildiğini söylemek mümkün. Tabi bu inşaa süreci tekyönlü bir süreçten geçmekten öte sanayi devrimi ile oluşan işçi sınıfının karşılıklı etkileşimi sonucunda şekillenmiştir.
Dünya sistemi bir tarafta bütün insanlık tarihini yönetenler, giderek üretim araçlarına sahip olanlar ve diğer tarafta kendilerine ait olmayan bu üretim araçlarını kullanarak üretimde bulunarak sonrasında ürettiklerini kazandıkları paralar ile satın alarak yaşamlarını idame ettirenler arasındaki çekişmeli münasebet üzerine tasarlanmıştır. Bu tasarımı önemli ölçüde etkilemiş olan, mizojinist düşünür Aristoteles yaşadığı Antik Yunan zamanında insanlık oluşumunu “yönetilenler ve yönetenler“ olmak üzere ikiye ayırmıştır.
Modern dünya sisteminde söz sahibi olanlar yönetilenleri kendi içinde kategorilere bölmüştür: vatandaş, mülteci, göçmen, kadın, erkek, doktor, mühendis, çöpçü, memur, işçi, yerli, yabancı, dindar, ateist, eşcinsel, Kürt, Türk vs. inancın politikleşmesi de kategorileşme eksenine girmektedir. Kapitalist dünya ekonomisinin sosyal düzenleme aygıtı olan Postmodernizm ise özellikle 1990lı yıllardan itibaren “çok kültürlülük“, “çok dillilik“, “çok renklilik“ üzerinden bir siyaset geliştirerek soğuk savaş döneminin “tek sınıf“ ve batı-merkeziyetçi yaşamın karşısına “çokluluğu“ koyarak sempatik bir resim çizmeye çalışmıştır. Bütün bu kimlikler sistemin desteklediği, zaman zaman karşıkarşıya getirdiği, araçsallaştırdığı ve bu anlamda kendi egemenliği için “tehlike arz etmeyen“ aidiyetler olarak karşımızda durmaktadır. Zaman içinde anlaşıldı ki bu “çokluluk“ aslında işçi sınıfını ayrıştırmak, kendi içinde bölmek, onları ‘tehlike arz etmeyen bu kimlikler‘ üzerinden kutuplaştırmak ve orada hiyerarşi kurmaya hizmet ediyor. Nitekim sonuç olarak reelde renklerin solduğu (Deutsch: Abflachung) “tek bir sınıf“ oluşturuldu. Ancka bu sınıf “tüketici sınıfı“dır ve o apolitik bir sınıftır.
Araştırmacı yazar Aydın Çubukçu ile 16 Mayıs 2018 günü Viyana’da yapmış olduğum görüşmede Çubukçu şu ayrışmayı yaptı: “sosyal sınıf“ ve “sosyal güç“. Yukarıda bahsettiğim aidiyetler, mülteciler, eşcinseller, göçmenler, kadınlar vs. bunları “sosyal sınıf“ olarak tanımladık. Bu sosyal sınıflar harekete geçebilir ve kendi kültürel haklarını talep edebilirler ancak genel toplumu etkileyecek ciddi bir hamle yapma potansiyeline direkt olarak sahip değiller. Küresel batı dünyasını referans alarak, Çubukçu’ya göre sağlayabilecekleri etki çevrede emapati yaratmak ve kültürel bir takım hakları elde etmekten öteye gitmeyecektir. Buradan hareketle şu soruyu sormak gerekir: “o halde ‘sosyal güç‘ kimdir ve onun etkisi nedir?“ Bu noktada Marx ve Lenin’i referans alarak diyebiliriz ki sosyal güç işçi sınıfıdır. Gücünü aldığı yer ise üretimi durdurduğu saniyeden itibaren hayatın durabilecek noktaya gelebilecek olmasıdır. Bu anlamda gücü genel toplumu her boyutuyla olumsuz yönde etkileyecek yaptırım olgusuna sahip olduğu yerdir.
Gelelim Alevi toplumlarına; Avusturyalı Alevi Toplumlarının resmi din olarak tanınma süreçlerine dair geçtiğimiz yazılarda değinmiştim. Burada kısaca değinmek gerekirse, Avusturya devlet makamları Alevi toplumlarının kendi içlerindeki ayrışmaları ve sorunları, Avusturya’da bulunan ve tüm Müslümanların siyasi temsilcisi olan İslam İnanç Topluluğu Avusturya‘nın (Islamische Glaubensgemeinschaft in Österreich, İGGiÖ) iktidar sahasının bölünmesine, Alevileri araçsallaştırarak zemin hazırladı. Genel olarak Aleviler Avrupa uyum siyasetinde daima ortodoks Sünni göçmenlere karşın „istenilen“, „uyum sağlayabilen“, „modern“ göçmenler olarak sahneleniyor. Türkiye’de ise Cumhuriyet’in kurulma sürecinde Aleviler “Cumhuriyetin aydınlık ve laik yüzü“ olarak tasarlanmıştır. Oysa ki Cumhuriyet Aleviyide, Kürdüde, Sünniyide, Hıristiyanıda vs. ezmiştir. Üstelik bunu bu saydığım aidiyetleri suni ve nesnel olan objeler olan bayrak, vatan ve toprak için birbirine kırdırarak yapmıştır. Oysaki vatan toprağını işleyemeyen, üretemeyen ve ürettikleri ürünlerden faydalanamayan ve yok uğruna birbirine düşürülen insanlardır bu vatan toprağı adına bunca zulme maruz kalanlar, ölenler ve öldürenler.
Elbetteki kültürel, dilsel, inançsal, etniksel vs. farklılık ve aidiyetlerin özerk haklarını da gözeterek aslında sınıf eksenli bakmak gerekiyor dünya siyaset konjönktürüne. Öyle ki 15. yy’da yaşanılan bugün Alevi olarak isimlendirilen toplulukların ayaklanmaları sosyoekonomik nitelikli ‘köylü ayaklanmalarıydılar‘. Bu topluluklar giderek otoriterleşen ve merkezileşen Şelçuklu ve daha sonra Osmanlı devletine karşı ve onların uyguladıkları zulüm politikalarına karşı ayaklanmışlardı. Yönetenler Osmanlı ve Safevi devletleri arasındaki iktidar sahası çatışmalarında dini ön plana koyarak siyasallaştırdılar ve dönemin devlet ideolojileri haline getirdiler (Şiilik, Kızılbaşlık ve Sünnilik). Oysaki gerçek sebepler iktisadiydi (bkz. Bulut 2018, Taşğın 2004 ve 2009, Aydın 2010).
Alevilerin tarihi sürgünler ve sınıf mücadelesi denkleminde okunduğunda sosyoekonomik bir zemin kazanıyor. Nitekim günümüze dek taşınan sözlü tarihte de hükümranlara, zulüm edenlere isyan ve eleştiri var. Kabaca ‘zâhiri inanç ama bâtıni sınıf eksenlidir‘ diyebiliriz. Türkiye Solu fraksiyonlarının içinde büyük ölçüde yer almasıda bu zeminle açıklanabilir. Yine günümüze dek emek-sermaye çeperinde yerini alan Alevi toplulukları dağınıkta olsa daima demokrasi inisiyatiflerinde yerlerini almaktadırlar. Geldikleri tarihin ve bulundukları zeminin bu farkındalığına erişerek kendilerinin bir ‘sosyal sınıf’ı temsil ettiklerini anlamaları bir önkoşul olarak karşımızda durmaktadır. Ancak bununla birlikte büyük bir etki potansiyelini elde edebilmek için mensubu oldukları işçi sınıfı ile farkındalıklı bir dayanışma içine girerek sosyal bir gücün parçası olma haline erişebilirler.
İçe doğru Alevi ögretisini içselleştirmek, benimsemek ve öz tarihine bakarak kim olduğunu daima bellekte bulundurarak, bu toplumların tarihteki misyonlarının ezilmişlikten, yoksayılmışlıktan hareketle zulm edene, gaspedene ve adalet terazisinin çarkını bozana karşı durmak olduğunu anlamayı sabitleştirecektir. Dışarıya karşı inanç toplumları olarak görünen, kendini öyle lanseeden ve öyle olan özünde ve merkezinde Can‘ı kutsayan bu inanç (zâhir) daha aydınlık yarınlar için mevcut dünya düzeninde stratejik olarak dışarıya karşı (bâtın) sınıf eksenli bir mücadele için tüm üretenlerle birleşerek üretim araçlarına sahip olanların karşısına dikilmenin yollarını arayarak güçlenmelidir. Zâhirde inanç stratejik ve özcü (stratejik özcülük için bkz. Arslan 2018) bir nitelikte örgütlülüğü geliştirmek adına tutkal ve özgüven geliştirmek için dayanışmayı ama kendi renginde varolabilmek için itici bir güç niteliği taşıyabilir potansiyeldedir.
Yazıma Birinci Dünya Savaşı ve ulus devlet oluşumlarına değinerek başlamıştım. 24 Haziran 2018e değinmek istiyorum son olarak; Recep Tayyip Erdoğan geldiği günden beri, yerini sabitleştirdikçe, sesini daha da yükselterek „Hedef 2023“ (aslında 1924ü referans alarak 2024 demek lazım ki, o yılda Hilafet resmen kaldırılmıştır) diyor. İmmanuel Wallerstein‘in kuramsallaştırdığı Dünya sistem teorilerinin açısından baktığımız zaman bu insana verilmiş olan bir görevin varolduğunu ve bu insanın bu görevini yerini getirmek üzere etkin olduğunu anlamak mümkün olacaktır.
Küresel aktörler Birinci Dünya Paylaşım Savaşında tamamlayamadıkları (Büyük) Ortadoğu planını tamamlamaya yönelik plan ve projeleri tasarlıyorlar ve Türkiye bu projenin merkezinde durmaktadır. 2023te egemenlerin diplomasisi kurallarınca yeniden bir paylaşım olacaktır. Kanımca bu paylaşıma müdahil olup olamama sorusu esastır. Bu durumda 2023e kadar yapılacak olan bu çalışmalara müdahil olmaya çalışmak önemli olacaktır. Gerçek bir demokrasinin oluşmasını mümkün mertebede zorlamaya yönelik, dengeleri zorlayabilecek potansiyel ve güce erişmenin yolları aranmalıdır. Örnek olarak söylemek gerekirse: Mevcut dünya hukuk sistemi günümüze dek egemenlerin belirlediği kurallarca işlemektedir. Toplumlar “sosyal güç“ olarak bu hukuk sistemlerinde dengeyi sağlayabilmek adına mücadeleler vermiş ve egemenler düzen(lerin)i sabit kılmak adına tavizler veregelmişlerdir. O halde bu dengeleri radikal bir demokrasi anlayışı ve düzenini geliştirebilmek adına daima zorlamak gerekiyor.
Aleviliklerde toplumsal cinsiyet sorunsalını irdeleyerek ve cinsiyetler arasındaki eşitlik terazsini oluşturmak üzerinden ‘Alevi kadınlarının aydınlanmasından genel Alevi toplumlarının demokratikleşmesine‘ ilişkin opsiyonları inceledim (Arslan 2018). Burada Almanya Heinrich Böll Vakfı’nın ana fikrini bazaldım: “Müdahil olmak gerçekçi kalmak için tek olanak”. “Alevi toplumlarının karar verme ve yapılandırma süreçlerine müdahil olma” olanaklarını güçlendirme fikri onların var olan yapılara dahil olup, orada eriyip ve bu şekilde iktidar ve hâkimiyet yapılarının sabitleştirilmesine katkıda bulunmak değil. Tam tersine iktidar ve hâkimiyet akslarında eksen kaymasına katkıda bulunmayı sağlamaktır.
Aleviler inançlarına bağlı kalarak ve onu içselleştirerek birbirine bağlılığı ve örgütlülüğü sağlamlaştırabileceklerdir. Bu inancı anlamak ise onların tarihteki misyonlarının ne olduğunu idrak etmelerini sağlayacaktır. Bunu anladıkları oranda “sosyal sınıf“ olma halinden “sosyal güç“ olma haline evrilebilecek ve radikal bir demokrasi mücadelesini geliştirebilmek adına farkındalıklı biçimde işçi sınıfı ile birleşmelerini beraberinde getirecektir. Ancak bu noktadan itibaren 2023/24 gibi projelerde müdahil olabilme şansına farkındalıklı ve bilinçli bir biçimde erişebilme şansını yakalayabileceklerdir…
Kızılbaş Dergisi Sayı 87 Temmuz 2018