İnsan Haklarının, Eşitlik ve Barışın Egemen Olmadığı Bir Vatan Hiç Birimize Yar Olmaz! Üçüncü Bir Yol Mümkün…

 

Hem yanlış filmdeyiz, hem de yanlış rolleri oynuyoruz! Neden hep birlikte “Artık savaş olmasın!” demek yerine düşman bellediklerimize yönelik “intikam alacağız” naraları atıyoruz? Neden öç almak, bedel ödetmek, intikam almak gibi şiddet içeren eylemler yakın gelir Türkiye’de yaşayan birçok insana? Bunun nedeni sadece etkili bir beyin yıkama ve yönlendirme aracı olan, olağanüstü güce sahip medya olabilir mi? İntikamın, öç almanın sonu gelir mi? Yoksa mesele kan davasına mı dönüşür?

Kendi ülke sınırları içinde kendi vatandaşları ile savaşan bir devlettir Türkiye. Daha önce de Osmanlı İmparatorluğu yönetimi tek-tipleştirme, iktidarı güçlendirme, etki-baskı ve egemenlik alanlarını sürekli geliştirme siyaseti güderek -Sosyolog Besim Can Zırh’ın kullandığı terim ile- “milli muhafazakarlık” çerçevesinin dışında olan her unsuru yok olmaya mahkum ediyordu. Türk-Türkçe-Sunni-Müslüman paradigması, Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan tüm unsurların mutlak uyum sağlaması gereken ideolojik ögeler olarak, günümüzde de varlığını sürdürüyor.

15 Temmuz‘da minarelerden yükselen talimatlardan aldıkları güçle sokaklara dökülüp darbeci diye, o güne dek başının tacı olan “Mehmetçiği” katletti yığınlar. Orta Doğu’dan bildiğimiz İŞİD manzaralarının benzerine tanık oldu dünya o gece Türkiye’de. Bu akıl almaz durum ile yüzleşme bugüne dek gerçekleşmedi, tıpkı tarih sayfalarına birer utanç lekesi olarak geçen birçok başka durumla yüzleşilmediği gibi. Oysaki kendi tarihi ile yüzleşememiş bir ülke ve ülke egemenleri vede toplumları hiçbir zaman doğru yolu bulamaz ve yüzleşmedikleri için anlam veremedikleri çelişkili halleri sürekli yaşamaktan kurtulamazlar.

“Bana 400 vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün“ diye tehdit etti ve “Kürt kardeşlerim” dediği insanların yaşadıkları toprakları cehenneme çevirdi. 6 Haziran 2016‘da “Nusaybin yerle bir. Savaş manzaralı ilçede, yıkılan evlerin duvarlarına Türk bayrakları asıldı” manşetini Cumhuriyet gazetesinden okuduk. Aylarca Kürt kardeşlerinin yaşadığı bölgeleri bombaladı Türk ordusu ve insanların cesetleri günlerce Türk bayraklarının dalgalandığı sokaklarda kaldı, cenazeler buzdolaplarında muhafaza edildi. Böylesi dehşet verici bir vahşeti ve insan onurunun bir kez daha hoyratça çiğnenmesini dahi kaldırabildi bu ülke. Kardeşlerinin tüm bu yaşadıkları acıları hissetmekten yoksun büyük bir kesim var ve olup bitenlere hep sessiz kaldılar. Aynı kalabalık, bugün batıda patlayan bombaları yüksek sesle lanetliyor.

“Ölürüm Türkiyem” nakaratını dillerinden düşürmeyen bu insanların çoğunun Türkiye’nin doğusuna bir kere bile gitmişliği yoktur. Bilmiyor, tanımıyor oradaki insanları ve o insanların yaşamlarını. Askerliğini orada yapmış olanlar ise savaşmaya gitmiştir bölgeye hatta deyim yerindeyse, bölgeyi bölge insanından arındırmaya gitmiştir, bölgeyi ve bölge insanını tanımaya değil. Kendi vatanına o denli yabancıdır çoğu. “Vatan-Millet-Sakarya” mantığı ile sürekli intikam yeminleri eden, savaşta, kanda ısrar eden önemli bir kesim. göklerde dalgalandırılan ya da eller üzerinde taşınan dev boyutlu bayrakların altında huzuru ve barışı yakalayamadı bu ülke. „Ey bu topraklar için toprağa düşen, bir karış toprağın var mıydı yaşarken?” diye soran şair Ataol Behramoglu’nun bu dizeleri, bayrağın göklerde dalgalanmasının bedelinin insan canı ve kanı olduğunu ifade ediyor.

Ülkenin bir yanında ısrarla ve inadına barış diye bağıran insanların haykırışları, ülkenin diğer yanında evlilik programları, diziler, futbol maçları ile meşgul olan kesim için hiç bir anlam ifade etmiyor. Dar gelirleriyle ve sosyal güvenceden yoksun bir şekilde hayat mücadelesini sürdüren ancak kendilerine layık görülen sefil hayatı sorgulayacak bilince sahip olmayan bu kesim, “vatan bölünmez” ve “terörle mücadele” söylemleriyle oyalanıyor. Peki bu savaş 40 yıldır neden bitmiyor? Dağa çıkan, bombalı eylemler yapan o ülke sınırları içinde yaşayan insanları “hain” ilan etmekle biter mi savaş? Neden hain bu insanlar? Dertleri ne? Kardeşlerin derdi ne? Türk olmayan, Türk ve Sünni olmayan, Sünni olmayan kardeşlerimiz Zeylan deresi katliamında (1930), Dersim soykırımında (1937/38), Maraş’ta (1978), Çorum’da (1980), Sivas’ta (1993) tanıdılar devleti. Bu kardeşlerimiz Ermeni soykırımında (1895/1896 ve 1915), Alevi kıyımlarında (16yy.), Pontus katliamında (1919) tanıdılar devleti. Kardeşlere(!) paradigma dayatmanın, bunu kabul etmediklerinde ise onları “hain” ilan etmenin “faşizm” olduğu dışında bir açıklaması yapılabilinir mi?

Bu insanlar hala paradigmaya uymadıkları için konuşturulmuyorlar, susturuluyorlar, yok sayılıyorlar. Olmadı gözaltına alınıyorlar, hapislere tıkıştırılıyorlar. Bu despot, psikopat bir erkeğin, kendi belirlediği rotada yürümeyip uyumsuz(!) davrandığı için eşine şiddet uygulamasına benziyor. Veya kendi aklına estiği gibi yaşayan eşinin duygu ve onurunu hiçe sayan, eşinin hak talep etmesine duyarsız ve ilgisiz kalan, çok sıkıştığında da şiddete başvuran erk(eğ)i hatırlatıyor. Her gün bir kadının katledildiği ülkeye bakarak, bu birliktelikten barış ve huzur değil, cinnet çıkar, cinayet çıkar diyebiliyoruz.

Sürekli beylik lafların savrulduğu televizyon programlarında, erkek egemenliğini, ataerkilliği savunan şiddet içerikli hal ve tavırlara bir de tehdit savuran ve intikam yeminleri eden siyaset insanları katıldı. Toplumdaki şiddet potansiyeli giderek pekiştiriliyor. Neden bugün intikam yeminleri eden siyasetçileri yere göğe sığdıramayan belli kesim, “savaş istemiyoruz”, “kan dökülmesin”, “huzur istiyoruz”, “herkesin eşit haklara dayalı olarak bir arada yaşamasının koşullarının sağlanmasını istiyoruz” gibi taleplerde bulunamıyor?

Güçlü olmak, sözünü geçirmek, yüzlerce koruma ve cakalı arabalarla gezmek… Bütün Türk dizilerinde insanların zihnine kazınılan bu fantastik resimler, iktidarın siyasetini üreten insanların gerçek yaşamlarında yaşadıklarına benziyor. Avusturyalı bilim insanı Wilhelm Reich “her insanın içinde bir faşist vardır” tezinden yola çıkarak insanların nasıl olup da Adolf Hitler’i ve dönemin diğer diktatörlerini uzun süre olumlu yönde selamladıklarını, psikolojik ve sosyolojik açıdan inceledi. “Massenpsychologie des Faschismus” (Toplumun Psikolojisinde Faşizm) kitabında, yığınların Mussolini’nin faşizmine ve Hitler’in Ulusalcı-Sosyalizmine sempati duymasını, küçük burjuva kesimin ve işçi sınıfının, kendi bastırılmış duygularından beslenerek geliştirdikleri şiddet eylemleri ve bu duyguları yaşamak adına ulaşmak istedikleri güç ve güç fantezileri ile ilişkilendirir. Bu gücün yansıması güçlü bir erkte karşılığını buluyor. Bu güçlü erki genelde kendi çekirdek ailesinde “baba” figüründen, sonra okulda öğretmenden, askerde komutandan, iş yerinde amirinden  vb. öğreniyor birey. Daha farklı boyut ve katmanları olan bu konu, güçlünün zayıfı ezmesinde, erkeğin başka bir erkeği ezmesinde, erkeğin kadını ezmesinde, kadının korunmak adına bu erkek tarafından -bilinçli veya bilinçsiz olarak- ezilmeyi kanıksamasında, kadının çocuğunu ezmesinde, insanın hayvanı ve genel olarak, parçası olduğu doğayı ezmesinde vs. şekil buluyor.

Ataerkillik dediğimiz sadece erkek egemenliği ile ilgili bir konu değil. Amerikalı tarihçi-yazar, Gerda Lerner “Ataerkilliğin oluşumu” (Die Entstehung des Patriarchats) kitabında, ataerkilliğin; kapitalizmin, militarizmin, ırkçılığın yani güçlünün güçsüzü ezdiği, hiyerarşinin, ayrıştırmanın, böl(ün)menin, kutuplaştırmanın, katmanlaştırmanın olduğu her yerde karşılaştığımız bir olgu olduğunu ifade ediyor. Güçlünün ve güçsüzün, diğer bir deyişle asimetrik güç dengelerinin olduğu her yerde şiddet sürekli dönüşümlü olarak farklı evrelerde gündemdedir. Bunun sonu yoktur. Güçlünün karşısında güçsüz kalan ise en azından sesini duyurabilmek adına terör dediğimiz eylem biçimlerine başvurmak durumunda kalır, çünkü başka çaresi yoktur. “Terör” terimi ilk olarak 18. yüzyılda  Fransa’da kullanılmıştır. O dönemki anlamı, iktidarın kendisine karşı olan unsurları baskı ve şiddet ile bastırmasıydı (Bkz. Kral 16. Ludwig’in, Marie Antoinette’in infazları). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 2004 yılında terör ile ilgili tasarısını (Resolution 1566) açıkladığında, uluslararası alanda ‘kimin terörist olup kimin olmadığına ilişkin kavramsal bir netliğin olmadığına (1988’den beri 100’ü aşkın açıklama var) ve siyasi görüşe ve koşullara göre, kimisi için özgürlük savaşçısı olan, bir başkası için terörist olabilir’ yaklaşımına yer verdi. Özellikle 2001 yılından sonra terörizm konusu daha farklı bir boyut kazanmıştır.

Amerika Yale Üniversitesi eğitim görevlisi, Timothy D. Synder bir ülkede faşizmin yerleşmesine dair şunları ifade ediyor:

“(…) tüm otoriter rejimler, iktidarlarını daha da sağlamlaştırmak için böyle saldırılara gerek duyarlar, sivillerin zarar gördüğü böyle olaylara göz yumar, kışkırtır, hatta planlar ve gerçekleştirirler. Bu olaylara tanık olan insanlar korkacak, endişeyle yaşayacak, hayatlarını daraltacak, özgürlüklerini daha az talep edecek, kendiliğinden hareket etme güçlerini, bir araya gelme isteklerini kaybedeceklerdir. Bu duygulara kapılan bir halkın, güvenlik gerekçesiyle özgürlükleri elinden alınsa bile güçlü bir lideri destekleme eğilimi artar’’.[1]

Otoriter devletlerin terörizm ile ilintilerini anlayabildiğimiz vakit, ortak ve eşit haklara dayalı yaşam biçimini hayata geçirebileceğimiz koşulların yaratılmasına hizmet etmeye başlayabiliriz. Bu her bireye ait temel bir sorumluluktur.

Demokratik seçimler ile meclise gelmiş ve ortak yaşamın şartlarını oluşturmak adına diyalog sürecine girmek isteyen bir partiyi susturmak, onu seçen milyonların konuşma hakkını elinden almak anlamına gelir. Bu mutsuz olan kardeşinizi susturmak demektir, onu dinlemek istememek demektir. Bu kardeş ya gitmek zorundadır ya da gidecek yeri yoksa kalıp mücadele etmek zorundadır, ki kendi evini kimse terk etmek istemez. Kardeşin çocukları vardır. Herkes bu kardeşin sabrına sahip değildir üstelik. Kimi kendisine uygulanan şiddete şiddet ile karşılık vermek zorunda kalır. Bunu anlamak için, köylerde kardeş kavgalarına, akraba kavgalarına ve genel olarak aile içi hallere bakmamız yeterli olacaktır. Boyutları farklı olmakla birlikte, her canlının var olma ile ilgili kendine hareket alanı yaratma ve kendini koruma ilişkilerinde çatışma durumları temelde hep benzerdir. Boyut büyüdükçe daha kompleks, daha katmanlı haller ortaya çıkabilir. Ataerkil çekirdek aile modelinde olan hiyerarşi otoriter bir devlet hiyerarşisi karşısında tabii ki bir mikro modeldir.

Demokrasi benim gibi düşünmeyenin de ifade hakkının olmasıdır, benim gibi düşünmediği halde onun fikirlerini dinleme erdemidir. Eşitlik adına hak talep etmesidir. Farklı düşünceleri susturmanın hatta yok etmek istemenin siyaset bilimindeki adı, faşizimdir. İnsanlık var olduğu müddetçe farklı düşünceler de olacaktır. Onları susturmaya, dönüştürmeye, yok etmeye çalışmak beyhude bir çabadır, kısırdöngüdür. Üstelik bunları milliyet ve din gibi yapay aidiyet kalıpları üzerinden yapmaya çalışmak da faşizmin ırkçı kanadıdır. Kaldı ki hiçbir canlı etnik ve dini kimlikle doğmaz. Kan tahliliyle(!) de insanların hangi milletten veya dinden olduğu belirlenemez.

Türkiye gibi çok etnisiteli, çok dilli, çok inançli, çok dinli, siyasi ve yaşam tarzı açısından çok renkli olan bir ülkede, çoğulcu ve eşitlikçi bir demokratik sistemin yerleştirilmesi tek çıkar yoldur. Zihniyetin bu yönde değişmesi, mevcut tüm sorunlara çözüm bulunmasının imkanını sağlar. Ne yazık ki bu, medyanın, siyasi partilerin, yerel ve küresel siyasi aktörlerin çok ilgilendiği bir konu değildir. Güçlerini pekiştirmek adına, ayrıştırmayı, kutuplaştırmayı yeğleyen aktörlerin dili de barışın dili olamaz. Onların dilini kullanan bireyler ise iradesini teslim etmiş olma halinden, yani iradesiz kalmaktan asla kurtulamazlar. Geliştirilmesi gereken, eşitlikle, özgürlükle taçlanmış ortak yaşamı savunan dildir. Bunu yapmak bizlere, her birimize ve sivil toplum kuruluşlarına düşer. Yeryüzünde cenneti yaşamak mümkündür ve bunu gerçek kılmak ellerimizdedir. Herkesin kendi rengi ile gökkuşağında yer alma arzusunda olduğu bir siyasi ortamı yaratıp geliştirmenin yolları aranmalıdır.

Bunun ilk adımı evvela herkesin kendi zihninde, kendi ahlakında başlar: “Yaradılanı sevmesini bilmeli, yaradandan ötürü’’, “72 millete bir nazarda bakılmalı”, “Yol demokrasi ve barış yolu olmalı ve o yola gitmenin sürekleri de bin bir olabilmeli”. Batıdaki anneler ve doğudaki annelerin buluşacağı koca bir meclis kurulmalı mesela. “Analar ağlamasın” söylemimizin öznesi olan anneler konuşmalı. Birbirileri ile konuşmalı, birbirilerine acılarını anlatmalı analar. Belki birbirlerini ancak onlar anlar, hissederler. Acıları bir ve kimse evladını toprağa teslim etmek istemez. “Evlatlarım vatana feda olsun’’ söylemi ancak iradenin teslim alındığı baskı ortamlarında dile getirilir ve asla bunu söyleyen annenin yüreğindeki acıyı yansıtmaz. Bu anlamda intikam indoktrine edilmiş bir beyin işiyken, “Artık yeter!”, “Êdî bese!” demek gönül işidir…

Barışı ve huzuru anneler getirebilir. Bu misyonu üstlenebilmeleri için evvela evlilik programlarını ve dizileri izlemekten vazgeçilmeli. Kadınlar bu tür yozlaştırıcı ve yabancılaştırıcı programlardan beyinlerini arındırmalıdırlar ve bilinçlenmelidirler. Madem ki o kadınların evlatlarıdır dağda ölen, öldürülen ve öldüren, o halde hiçbir etkiye, baskıya maruz kalmadan en çok kadınların konuşmaları gerekir. Bir annenin kaybedebileceği en değerli şey evladıdır. Bu nedenle bir annenin korkacağı hiçbir güç de olamaz! Herkesin evladı kendine tatlıdır. Bir kadının evladının yaşaması için, bir başka kadının evladı can vermemelidir. O halde herkesin evladının yaşaması için hep birlikte mücadele edebilmelidir anneler. Ne ölen ne de öldüren evlatları olmasın hiç bir annenin. Yaşamak ve yaşatmak için gelsin dünyaya çocuklar. Yaşam, aynı zamanda çocuk sahibi olmak istemeyen veya olamayan kadınların da ellerindedir. Onlar da dahil olmalıdır bu sürece.

Filmin yönetmenleri, kendi saltanatları için can veren ülke insanlarına kutsadıkları “şehitlik” mertebesini armağan ediyorlar. Herkes bunu görüyor, biliyor peki neden “vatan”, “millet” denildiğinde beyinler kör, diller lal oluyor? Bu nasıl bir vatan aşkıdır? Psikoloji bilimi aşkı, mantıksızlık durumu, hormonların bedeni belli bir süreliğine ele geçirmesi ve beynin devre dışı kalmasıyla açıklar. Yani bir tür hastalık halidir aşk. Kafalarda yaratılan devasa ve karşılığı olmayan bu (vatan) aşk(ı) halinden kurtulunmalıdır.

Kendi tarihini iyice araştıran, öğrenen bir birey, yüzyıllar boyunca tekleştirme adına sadece kan döküldüğünü, büyük acıların yaşandığını ve tüm bunların sadece belli bir kesimin iktidar ve güç elde etme hırsı uğruna yapıldığını görecektir. Bilgi ve bilimden yoksun olan bir beyin, insanların asgari bir huzur ortamında yaşayabileceği koşulları sağlayabilecek demokrasi felsefesini de anlamaktan yoksun kalır. Demokrasi felsefesini anlamamış bireyler ise iradesini yitirmiş ya da teslim etmiş halleriyle kendi benliklerini de, çoğu zaman daha bulamadan yitirmeye mahkumdurlar.

Bu film yanlış. Bu film vatandaşın, halkın değil. Uzakdoğulu bilim insanı Yoshihiro Francis Fukuyama, post-modern akım dahilinde 1995 yılında tamamladığı “Tarih’in sonu” (End of History) isimli kitabında reel-sosyalizmin çöküşünden sonra, artık yeni bir dünya için umutların tükendiğini ifade etmişti. Yeni bir dünya için, yeni hayallerin, yeni umutların yaratılması gerek. Doğası gereği adeta kanser hücreleri biçiminde, çevresindeki tüm anti-unsurları da içine çekerek büyüyen/yayılan kapitalizmin karşısında, insanların çaresizlik hallerinden kurtulabilmeleri adına, yeni umutlar, yeni düşler yaratabilmesi gerekiyor. Günbegün tecrübe edilen yıkımlar umutları da götürdü beraberinde ancak yaşam olduğu müddetçe umut her zaman bir yerlerde vardır. Eğer bunca ölüme rağmen, yeni bedenler can bulabiliyorsa dünyada, umut hala vardır. Çoğulcu ve eşitlikçi bir demokrasi düzenine, barışa, huzura ve insan onuruna yakışır bir yaşama duyulan inancı diri tutmak çok önemli. Yeni düş böylesi bir demokratik düzen olabilir. Bu düşü daha fazla insanın görebilmesi, zihniyetin böylesi bir düzen yönünde değişmesi ve yaşamın bu doğrultuda yeniden inşa edilebilmesi, içinde bulunduğu şartlarının bilincine ermiş her birey için bir aydınlanma göstergesidir.

Amerikali bilim insanı, Judith Butler cinsiyetlerin toplum kültür, gelenek, inanç ve türlü koşullar gereğince şekillenerek meydana geldiklerini, yani kadın ve erkek cinsiyetinin sosyo-kültürel ve yapay bir konstrükt olduğunu savunur (Performative Act). Çeşitli toplum bilimcileri de kimlikler üzerine araştırma yaptıklarında kimliklerin yapay, geçişken, çok yönlü ve her türlü siyasi, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel koşullara göre şekillendiklerini açıklıyorlar. Yine post-kolonial bilim dalının kurucularından, Hindistanlı bilim insanı, Gayatri Chakravorty Spivak kullanılan dilin ve ifade biçimlerinin de bireyin kimliğini, yaşamda duruşunu, tavrını, kararlarını, adalet duygusu ve ahlakını, kısacası hayatı ve çevresini algılayışını ve kendisini tanımlamasını etkiler (Worldling) der. Bu anlamda savaşın dilini kullanmak da, savaş ve intikam naraları ile beynimize empoze edilen bilgiler de, ülke ve dünya içinde temas ve iletişimde olduğumuz her şey, bizim yaşamda duruşumuz açısından belirleyicidir.

Bize biçilen bu rolleri giyinmemek elimizdedir. Bu dayatmadan kurtulmanın tek yolu, kendi irademizi kendi ellerimize almamızdır ve toplumsal huzur için hepimizin sorumluluk yüklenmesidir. Barışın dilini kullanmanın, çoğulcu ve eşitlikçi demokraside ısrar etmenin yolu öncelikle kendimizi sorgulamamızdan (Selbst-reflektion) ve kendi vicdanlarımız ile yüzleşmemizden (Selbst-verantwortung) geçiyor. Kardeşlerimiz dediklerimiz, huzursuz ve mutsuzken bizler huzur bulamayız. Bir göz ağlarken, diğer gözün gülmesi, ahlaki bir dengesizliktir. Ya hep (barış) ya da hiç (savaş halleri) noktasına gelinmiştir. Hiçlerden kurtulmak için ‘sen, ben, o’ değil, ‘biz’ olabilmenin yollarını hep birlikte aramalıyız, çünkü bu savaşın kazananı olmayacak!

[1] Synder, D. Timothy (12.7.2016): Faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı? Yale Üniversitesi’den Prof. Timothy D. Snyder’in öğütleri.Bkz.: Siyasi Haber. Çeviren ve Derleyen: Zeynep Dİrek: http://siyasihaber3.org/fasizm-geliyorsa-nasil-yasamali-yale-universitesiden-prof-timothy-d-snyderin-ogutleri[13.12.2016]

 

Kızılbaş Dergisi Sayı 70

Ähnliche Beiträge

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Diese Website verwendet Akismet, um Spam zu reduzieren. Erfahre mehr darüber, wie deine Kommentardaten verarbeitet werden.