2 Temmuz 1993’ten Bugüne Alevi Örgütleri… Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya ile konuştuk…
5. Zeynem Arslan: Peki Hocam, biraz da dikkatimizi Alevi örgütlerinden Alevilere ve Aleviliğe yöneltsek? Saygınlığını ve statüsünü “evlad-ı resul” olmaya bağlayan ve Alevilik içinde önemli bir role sahip olan Dedelerin yeni nesiller ile iletişimi hakkında neler söylersiniz? Dedeler yeni kuşaklara seslenebiliyor mu, seslenebilir mi? Dedeler, artık büyük çoğunluğu metropollerde yaşayan Aleviler için bir anlam taşıyor mu? Metropollerdeki Alevi topluluklar için bu aktörlerin bir rolü olabilir mi? Ya da bir rolleri olacaksa nasıl bir rol üstlenmeli?
Ayhan Yalçınkaya: Aslında hala kısmen örgütlerden söz ediyoruz. Bugün Dernek Dedeliğinden, Cemevi Dedeliğinden, Gezgin ya da Uçan Dedelikten söz edebiliyorsak, hala Alevi örgütlerinden söz ediyoruz demektir. “Dede ekonomisi”, Alevi topluluklar içinde, gerek yurt dışında gerekse yurt içinde en önemli ekonomik kalemlerden biri; sanatçı ekonomisi, panelist ekonomisi ve nihayet, en büyük ekonomik kalem cenaze ekonomisi de diğerleri ki bu da zaten Dedelik ekonomisiyle iç içe geçiyor. Ama sanırım şimdi bunu konuşmak yerine “Dedeliğin yeni kuşaklarla iletişimini ve olası rolleri ya da işlevlerini” konuşmamızı istiyorsun. Ancak söze örgütlerle ve ekonomiyle girdim, çünkü sorunun gizli dinamikleri onlar. Onlar üzerinde durmayacaksak, önce soruyu biraz sorgulamak isterim. Bu soruyla sorgulamaya çalıştığımız şey, Dedeler ile kuşaklar arasındaki iletişim sorunu mu? Eğer böyleyse bu teknik bir sorun sayılır ve çeşitli biçimlerde aşılabilir. Yok, sorgulanmaya çalışılan şey bir iletişim sorunu olsa da olmasa da, dedelerin yeni kuşaklara bir şey verip veremeyeceği mi? Sanıyorum asli olarak sorulan soru bunu ifade etmeye çalışıyor. Bu durumda da başka bir olasılık beliriyor: Bu haliyle, Dedeliğin artık dinsel/tarihsel/sosyo-kültürel rolünün sona erip ermediğini mi anlamaya çalışıyoruz? Buna ilişkin bir kaygımız varsa, esasta bu kaygı Dedeliği nasıl anladığımız/anlamlandırdığımızla ilgili değildir; Aleviliği nasıl okuduğumuzla ilgilidir. Şöyle ki eğer Aleviliği bir felsefe, bir bilim, yalnızca bir ahlaki sistem, ne anlama geliyorsa artık bir tür yaşama biçimi/sanatı/zanaatı olarak okuyorsanız bir Dede’ye niçin ihtiyaç duyasınız ki? İhtiyaç duyduğunuz şey, filozoflarınız, bilim insanlarınız, gurularınız, yaşam koçlarınız, vs.dir; ama asla bir Dede değildir. Hele hele hem Aleviliği böyle kavrayıp hem de Dedelerin Seyyidlik vasfı üzerinden onları ayrıcalıklı, özel bir yere koymak mümkün değildir. Dahası, Dedelerin Seyyidlik iddiası çoğunlukla sizin ihtiyaçlarınızı karşılama biçimlerinizin önünde bir engel olur. Seyyid olma önkoşulu çeşitli biçimlerde aşılmaya çalışılır. “Bel oğlu” değil, “yol oğlu” iddiaları yeniden hayat bulur örneğin ve bu sayede, Dedeliğin hiçbir önkoşuluna sahip olmayanlar da posta oturur hale gelir, sanki yol sahipsizmiş gibi ki örneklerini de hep beraber biliyoruz.
Öyleyse sadeleştire sadeleştire bir yanıt vermeyi deneyeyim. Benim yaklaşımım açık; “Alevilik dinsel bir sistemdir” ve bu dinin nasıl anlaşıldığı, kavrandığı ya da tecelli ettiği şimdilik bir yana, bu anlamda bir ihtiyaçlar sistemi içerir, yine bu anlamda bu ihtiyaçları karşılamaya yönelir. Dedeliğin Seyyidlik vasfı da aynı sistem içinde anlamlı olur. Buradan hareket ettiğimizde dinsel bir sistemin yanıt verdiği ya da yanıtlamaya çalıştığı ihtiyaçlar ile diyelim bilimsel ya da felsefi bir sistemin yanıtladığı ya da yanıtlamaya yöneldiği ihtiyaçlar sistemi birbirinden farklıdır. Aynı şekilde, bu farklı sistemler içinde yer alan aktörler de birbirinden farklı rollere ve işlevlere sahiptir. Bu durumda Dedelikle ilgisi sorun şuna dönüşüverir: Dedeliğin artık bir rol ya da işlevinin kalmadığını savunmak ya da mevcut Dedelerin bu ihtiyacı karşılayamadığını savunmanın anlamı açıktır. Ya artık Alevi olduğunu iddia edenlerin bir dinsel sistem olarak Aleviliğe ihtiyacı kalmamıştır; bu sistem kendisini topluluklar içinde yeniden üretme kapasitesini yitirmiştir ya da sistem ve buna bağlı ihtiyaçlar hala bakidir ama Dedeler hızla bu özelliklerini yitirmişlerdir ki bu bana pek anlamlı gelmiyor; yani Alevilik dinsel bir sistem olarak baki ise, Dedelerin tek başına bu sistem içinde işlevsiz kalması bana mantıklı gelmiyor. Bu durumda benim yanıtım ilk olasılıktan yana; yani “bir dinsel sistem olarak Alevi toplulukların Aleviliğe ihtiyacı kalmamıştır”. Bu ihtiyaç ortadan kalkınca ister istemez dinsel bir aktör olarak Dedenin yerine getirmeye çalıştığı işlev ya da rol de gereksiz hale gelmiş, işlevsizleşmiştir. Bunu gördüğümüz anda, şunu da göreceğiz: Ama Dedeler ayakta kalmak hatta bugün olduğu gibi güçlerini daha artırmak istiyorlar. Ne yapacaklar? Çok açık: Birinci seçenek ya topluluğun yeni ihtiyaçlarına kendilerini uyarlayacaklar, yani topluluk bir din olarak Alevilik istemiyorsa ona bir felsefe ya da bir bilim olarak Alevilik vaaz edecekler, ya da ikinci seçenek, Aleviliği pek bildik, pek tanıdık olduğu üzere ortodoks bir dinin hakim formları içinden bir din olarak yeniden inşa edecekler! Bugün dedeler ikisini de yapıyor işte. Bir kısım Dede, Aleviliği apaçık ortodoks, daha da açık Sünni bir biçimde yeni bir din olarak inşa etmeye çalışıyor ve bunun için, esasta bununla hiç ilgisiz, geleneksel materyali kutsayarak ve tümüyle çarptırarak devreye sokuyor. Yani tümüyle hayali bir geleneğe sırtını vererek kendine yeni bir din yaratıyor ve bu din içinde hayatta kalmaya çalışıyor. Bir kısım Dede grubu ise, Aleviliği – yine ikincisi gibi aslında – sırtını felsefe ve bilime yaslayarak yeniden inşa etmeye çalışıyor. Platonculuk ve Neo-platonculuk, yani Plotinosçu bayat tezler, Antik Yunan felsefesinin kimi dinsel sistemleri de harmanlayarak ortaya attığı “çar-anasır ya da dört öge anlayışı”, arkhe anlayışı, hatta ne alakası varsa, parçacık ya da kuantum fiziği, olasılık, olumsallık, kaos, zamansal kırılmalar, aklınıza ne gelirse bir çorba haline getirilip servis ediliyor. Üstelik, nihayetinde Aleviliğin dinsel ihtiyaçlarının dirimsellik gösterdiği yerlerde de bunu boğmak üzere, bu dile uymak yerine bu dili budamaya çalışarak boca ediliyor her şey. Hadi seni biraz gülümseteyim. “Dört öge anlayışı” pekala da Aleviliğin söylemi içinden Alevi topluluklara aktarılabilir, yeter ki siz o söyleme bunu entegre etmeyi başarın. Bakın, tümüyle uyduracağım şimdi, biri kalkıp örneği düzeltmeye kalkmaz umarım. Hava, ateş, toprak ve suyu arkhe olarak topluluğa sunmak mı istiyorsunuz; buyurun:
Toprak ki Ali’den gayrı değildir
sizden alır, size verir
ne küser, ne küstürür
küsen de küstüren de sizsiniz
o yüzden aynaya bakınca Ali görünür gözünüze ki Ali’nin adı değil midir
Ey Ebu Turab! Suya geldikte Hüseyin’e gelmez miyiz?
Hüseyin ölüm için değil, hayat içindir
kucağına aldığı Ali Ekber için su dileyen Hüseyin’dir
ölümü öldürür, hayatı diriltir, bedeninizden, ayak parmaklarınızdan gözyaşlarınıza kadar her şeyinizin aslı sudur
siz et, kemik diye görseniz de
bedeniniz Hüseyin’e kesip hayatı yüceltmedikçe, su sizden ıraktır
Hüseyin’e nice kanlı gözyaşı dökerseniz dökün! Su da sizsiniz! Hasan ateştir
ateşin rengi kızıl değil, yeşil biline ağu yeşili
Yakar, kavurur; dokunmaya can ister amma Hasan dokunmuştur, bile isteye ağunun yangısını bilmeyen halden küle, külden hale dönmeyi ne bilsin
bir fazladır ateş ama hep orada olan bir fazla, sizi çoğaltır da eksiltir de
var eder var ettiğini bilmezsiniz, yok eder yok ettiğini bilmez. Hava dendi mi Hz. Muhammed denile
bu dünya içredir, bu dünya içindir
o yoksa insan yok, o yoksa dehr yok olur ama dehr kainat mıdır
çar-anasır birbirine döne dolana bir olurkim Hakk tecelli ola
tecelli olan gelip kendini Fatıma Anamızda bula! Dördün biri dörttür, dördü bir; o bir Fatıma’dır, Zehra’dır
Fatıma’yı bilmeyen ne bilsin Ali’yi ne bile Muhammed’i
ne Hüseyin’in soluğunu koklamıştır o, ne Hasan’ın mazlumluğundan haberdar
aynaya bakasın ey talip, gördüğün Fatıma’dır; Hasan’a ağla, Hüseyin’i sev, Muhammed’i bil, Ali’nin ummanından geç, vardığın Fatıma’dır
demem o ki insandır dinimiz imanımız, ümmü’l kitap insandır!
Şimdi ben ne anlatmış oldum? Siz, bu ve benzeri bir söylemsel unsuru yok uydurmadır, hurafedir diye elinizin tersiyle iter, bunun yerine Empedokles olmaya soyunursanız, elbette sokağa çıktığınızda burnunuz havada, mor harmaninizin etekleri çamur olmasın diye o etekleri taşıyacak köle çocuklar ararsınız! Aynı şekilde bu basit anlatı parçasındaki özel isimler dışında her şeyi kaldırır atar ve dinsel bir anlatıyı bu dünyadan koparıp aynı dünyanın efendilerine teslim etmeye ve o efendilikten, tam da o özel isimler üzerinden pay almaya kalkarsanız, yine kuyruğunuzu toplayıp gizleyecek bir talip topluluğuna ihtiyaç duyarsınız! Sonuç olarak bugün Dedeler bu iki uçta toplaşıyor ne yazık ki; elbette bunlardan tümüyle uzak, bu iki bataklığın gazlarıyla boğulmamış Dedeler hala var ama onlar kabul edelim ki artık son ve istisnai örnekler durumunda, ne yazık ki.
Aleviliği Sünnileştirerek/Şiileştirerek yani ortodokslaştırarak Aleviliğin temas ettiği dinsel ihtiyacı karşılayamayacağınız gibi, bu durumda yaptığınız şey esasta Aleviliği bir dinsel sistem olarak ortadan kaldırmak ise, aynı şekilde bilimi din katına yükselterek dinsel ihtiyacı karşılayamazsınız ve bu da Aleviliği dinsel bir sistem olarak ortadan kaldırmaktır. Aslında her iki grup da aynı şeyi yapmaktadır. Dinsel söylemi çok çeşitli alanlardan zenginleştirebilirsiniz; Alevilik dinsel olarak zaten buna uygundur. Ama bilimi, felsefeyi Aleviliğin yerine geçiremezsiniz. Hele olasılıklar, olumsallıklar üzerinden asla bunu yapamazsınız çünkü dinsel sistem tam da olumsallığa karşı bir yanıttır. Öyleyse yeniden başa dönüp sorunun kuyruğunu düzeltmeliyiz ve çekinmeden Dedeleri günah keçisi haline getirmeden, soruyu dümdüz Alevilik üzerinden sormalıyız: “Alevilik günümüzde Alevi toplulukların, metropollerin ihtiyaçlarına karşılık verebiliyor mu?” diye sormalıyız. “Bir din olarak Aleviliğe kimin, nasıl bir ihtiyacı var?” Buradan hareket ettiğimizde, bugün gerek Alevilikteki gerekse Dedelikteki gelişmeleri ya da olumlu-olumsuz değişimleri daha kolay ayırt edebiliriz. En azından örneğin diaspora Alevi topluluklarının ihtiyaçlarıyla ve buna bağlı olarak Dedeliğe yaklaşımı ile “anayurt Alevileri”nin ihtiyaçlarını ve yaklaşımlarını farklılaştırabiliriz. Bu farklılaştırma ölçeğinde de örneğin bugün Dedelerin diasporada üstlendiği rol ile Türkiye’de bir metropolde ya da bir kırlık bölgede üstlendiği rolün nasıl ayrıştığını görebiliriz; dahası anlamlı hale getirebiliriz, gördüğümüz şeyi. Yoksa, sana çok klişe bir yanıt verebilirdim ki verilmeye devam ediyor. Efendim neymiş, “Dede-Talip ilişkisi koptuğu için bugün Dedeler de Talipler de bu haldeymiş”; hiç anlamıyorum, durup dururken mi koptu bu ilişki? Bu ilişkinin kopuşu aynı zamanda Alevilikle Alevi topluluklar arasındaki derin ve köklü bir dönüşüme işaret etmiyor mu? Öyleyse ısrarla niçin fili kuyruğundan tanımlamaya ve anlamaya çalışıyoruz?
Ama ısrarla Dedeliğe ve Dedelere özel bir şey söylemem isteniyorsa, baştan belirtmeliyim ki sorunu yani sözüm ona mevcut Dedelerin Alevi toplulukların ihtiyacını karşılayamadığını ima eden yaklaşımı, Dedelerin cehaletiyle, bilgisizliği, görgüsüzlüğüyle ele almak yanlısı değilim; bu bir vaka olsa bile, böyle ele almazdım. Başlıca sorumlusu Dedeler olmamak üzere, evet Dedeler çok önemli bir şeyi kaybetti; kaybettikleri şey Arabi Farisi bilmeleri değil, Mozart’ı Bach’ı dinliyor oluşları değil, Darwin’den, Einstein’dan ya da Malinowski’den, Durkheim’dan haberdar olmaları değil (bütün bu kayıpların ciddiyetini de hafife almıyorum elbette); Aleviliğin söylemini yitirmiş olmaları; sahip oldukları söylemsel unsurları günümüz dünyasında seferber etme kapasiteleri olduğu halde, bunu nasıl yapacaklarını bilmiyor oluşları; ne yazık ki bilenlerin de artık çok yaşlı, çok yorgun oluşu, döşekleri çoktan toplanmış, kervan bekliyor oluşları. Genç kuşak Dedelere gelince… şuradan buradan derlenmiş ya da birilerinin yazdığı, ellerine tutuşturulan kağıtlardan bu söylemin ne kendisini, ne tekniğini öğrenebilirler; söylemin hayatla, genel geçer anlamda değil, doğrudan deneyimsellikle ilgili olduğunun bile farkında değil çoğu ne yazık ki… Peki neden diye sorarsanız, ikinci kez aynı benzetmeyi yaparım; kuyruğunu yiyen yılan hikayesi. Bir antropolog akademisyen, Prof. Dr. Tayfun Atay Din Hayattan Çıkar diye bir kitap yazmıştı bir zamanlar. Bir bilim insanının yaklaşımını mı Dedelerden bekliyorum, söylediklerim hilafına? Kesinlikle hayır. Dedenin sarılacağı ip değildir bu; o ip şudur: Hayat dinden çıkar! İşte Dedeler ellerindeki şecerelere tapınırken (ki bunların mahiyetini bile tartışma gereğini duymuyorum, bu tartışmayı Alevilik dünyası için abes görüyorum; tartışma akademik bir tartışma olmakla sınırlı tutulmalı) dini şecereden, yani hayattan çıkarmaya kalkıyorlar; oysa “dinden çıkmayan hayatı neyleyim” olmalı bir Dedenin tavrı. Bunu eğer okurlarınız bir tür gericilik olarak okuyacaksa, eyvallah! Günümüz dünyasında, özellikle genç kuşakların dünyasında bilimkurgu, ütopya, anti-ütopya, fantezi, mitologya, Hurufilik, Kabalacılık, Uzak Doğu esinli pratikler, ve ilh. bu kadar yaygınca yeniden bir canlanmayı işaret ediyorken, Dedelerin Cemlerde anlattığı şeyleri hikaye, yalan, uydurma, batıl inanç saymaktır asıl gericilik! Bu denli büyük bir canlanmanın olduğu bir dünyada, Dedelerin materyalinin böylesine öksüz-yetim kalması da Alevi toplulukların trajik payı olsa gerek; bu payın neyin bedeli olduğu da ayrı bir konu. Sanırım bu aynı zamanda günümüzde Dedelerin bir rolleri olmalı sorusuna bir yanıt oluşturacaktır: Eğer Aleviliğin bir rolü olacaksa Dedeliğin de, Dedelerin de bir rolleri kesinlikle olacak. Yukarıdaki materyali, ütopyayı, fanteziyi, mitologyayı filan boşuna saymadım; bunlar aynı zamanda eşitlikçi arzu ve istencin yuva yaptığı, veri sayma-sayılma biçimlerine karşı kaçışın, yeni arayışların düzlemleri. O halde önce buradan başlanılmalı kanısındayım; Dedeliğin eşitlikçi yeniden ihyasından! Ama görünen o ki tersine, örgütlerde giderek özel bir ağırlık kazanan Dedelik ne yazık ki kendisini “eşitsizlikçi bir yapı” olarak hızlıca inşa etmeye çalışıyor.
5/7