2 Temmuz 1993’ten Bugüne Alevi Örgütleri… Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya ile konuştuk…
1. Zeynem Arslan: Değerli Hocam, öncelikle söyleşi önerimi kabul ettiniz; çok teşekkür ediyorum. İlk sorum şu olacak Hocam: Alevilikle ilgili çalışmalarda 2 Temmuz ’93 Alevi kurumlarının oluşumu ve toplulukların örgütlenmesinde bir “katalizör” etken olarak değerlendiriliyor. Bu, aynı zamanda – kimi akademisyenlerce eleştirilse bile – bir “Alevi uyanışı” olarak görülüyor. Bu saptamaya katılır mısınız? Eğer bir “uyanış” ya da bir tür “Alevi aydınlanması”ndan söz edilebiliyorsa bunun niteliği nedir? Ayrıca bu tarih, özel olarak bugün Alevi kurumları için neyi ifade ediyor; size göre bu ifade yerindelik, uygunluk, yeterlilik gibi ölçülerle düşünüldüğünde ne gibi sonuçlar ortaya çıkar?
Ayhan Yalçınkaya: Öncelikle bir şeye dikkat çekmek isterim. 2 Temmuz ’93 diye bir şey yoktur; böyle söylenirse bu takvimin bir yaprağından ibaret hale gelir; gelip geçmiş, koparılıp çöpe atılmış bir takvim yaprağı. Şeyleri, olguları, olayları, deneyimlediğimiz haliyle, gerçekliği adlı adınca anmak, “şeylerin” adını koymak, ister teolojik referanslarla, ister akademik referanslarla hareket edin “insanca, çok insanca”dır ve insanın bu vasfını elinden almak, aynı zamanda onun insani varlığını eksiltmek, bir başka düzleme yerleştirmek anlamına gelecektir. Bunu neden önemsiyorum? Çok açık: 2 Temmuz Katliamı gerek iktidar şebekesince, gerek onun çevresine öbeklenmiş iktidara sürtünenlerce yıllarca “Sivas Olayları” adıyla çağrıldı; “olay” sözünün çeşitli avantajları arkasında, katliam saklandı. Kaldı ki biz bu ülkenin tarihinde buna çok alışkınız. “Soykırım” terimi üzerinden yürütülen siyasal mücadeleye bakınız. Belki o kadar tarihe gitmeye gerek bile yoktur. Faşist saldırganlığın her biçimi “sağ-sol çatışmasıdır, karşıt görüşlülerin yarattığı bir olay” olarak lanse edilir mesela. Kadınlara yönelik ve artık sistematik bir katliama dönüşmüş cinayetler “ya aşk, ya namus, ye şeref, olmadı tutku cinayetidir” ifade edildi vs. Dersim’de olup biten “Tertele değil, eşkiyanın imhasıdır”; hatta hatta “Dersim de zaten Dersim olmayıp, Tunceli’dir” diyorlar. Burdan bakarsak, demek ki adlandırma dediğimiz şey, en azından bu ülke gözetildiğinde, kesinlikle ve kesinlikle siyasal bir mücadelenin, bir iktidar mücadelesinin konusudur, zeminidir; hatta insanların yıllarca hapiste tutulmasına yol açan, bizzat o mücadelenin kendisidir. Alevi teolojisine sızmış kimi referanslara yöneldiğimizde de böyle değil midir? Sonradan şeytana dönüşecek olan Azazil‘in insanla yarıştırılması adlar üzerinden olmadı mı? O halde, öncelikle katliama Katliam diyebilmek ve bundan asla ödün vermemek gerekiyor; dil sürçmelerine, lapsuslara karşı dikkatli olmak gerekiyor.
Senin soruna geldiğimizde ise, şu “katalizör” benzetmesini sona saklayayım öncelikle. Orada da iki çift sözüm olacak. Alevi örgütlenmesinde bir katalizör ya da genel geçer kullanımıyla, “hızlandıran etken” aramak, belli ki zaten bir tepkimenin varlığını veri sayıyor. Yani bu tarihten önceki Alevi örgütlülüğüne öncelikle dikkat çekiyor. Gerçekten de 1963’ten bu yana yavaş yavaş ilerleyen bir örgütlülükten söz ediyoruz. Bu tarihin katalizör vasfından söz edeceksek, “neyi hızlandırdığı ya da neyi yavaşlattığı?” üzerinde durmalıyız sanırım. Katalizör çünkü, yalnızca hızlandırmaz, yavaşlatır da. Ancak burada kastedilen elbette örgütlülüğün bir “hızlanma” ya da “yükseliş” göstermesi. Fakat, neye göre? Cevap: Kendinden önceki birikimin yavaşlığına göre. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Niceliksel bir örgütsel artış gösterilebilir elbette, eğer derdimiz bunu anlamaksa. Ama bu değil de bir mahiyetten, nitelikten söz edeceksek, aslında Alevi örgütlülüğünün niteliksel bir sıçrama yapmadığı kanısındayım. Bu örgütlülük, ‘60’lı yıllardan itibaren, özellikle Türkiye’de kimlikçi bir refleksle doğdu. Bakın, bunu “bir kimlik hareketi olarak doğdu” diye ifade etmeyi asla tercih etmiyorum. Hareket ancak 2000’li yıllarda bir kimlik hareketine doğru evrilmeye başladı ve bu dönem de ne yazık ki çok kısa sürdü. “Kimlikçi hareket” ile “kimlik hareketi” arasındaki farklara burada girmeyeceğim ama şu kadarını söyleyeyim: Kimlikçi hareket, sözüm ona ait olduğu ya da temsiline soyunduğu topluluğu bir tapınç nesnesi olarak kurar ve o topluluğu kendisiyle kapatır. Bu tapınma/kapanma ölçeğinde de topluluğun ya da temsiline soyunanların varsa yoksa işi gücü “kendilerinin kim olduğu?” sorusunu yanıtlamaktır ki bizzat bu soru aslında onların önüne belirli bir iktidar düzeneği içinden gelmektedir. Bunun üstüne hiç düşünülmeksizin, ilahiyane soru yanıtlanmaya çalışılır ki soru yanıtlanmaya çalışıldıkça, soruyu yanıtlamaya girişen herkes bu düzeneğin parçası haline gelir. İşte ne yazık ki Sivas Katliamı’nın hızlandırdığı şey budur: Alevi toplulukların kendi içlerine kapanması, kendilerini tanımlama girişimlerinde boğulması, kendilerini kuşatan düzeneğin diğer tüm sorun alanlarıyla bağının ya kesilmesi, ya asgariye indirilmesidir. Bu sorunu zaten 1963’ten beri yayınlanan kimi örnek Alevi bildirileri üzerinden uzun uzun anlatıyorum, yakında yayınlanacak yeni kitabımda. Sivas Katliamı’nın amaçları neydi?, bir düşünelim. Bu amaçları, o dönemin bu ülkenin en karanlık dönemlerinden biri olduğu düşünülürse, örneğin Kürt sorunundan bağımsız, ondan soyutlayarak düşünmek mümkün mü? İster Fırat’ı alın, ister Kızılırmak’ı; Sivas Katliamı’nın bu ülkeyi kuzeyden güneye inen bir fay hattıyla yardığını, doğudan batıya akışın önüne büyük bir set çektiğini yadsıyabilir miyiz? Bu anlamda Katliam Alevi toplulukların zaten epeydir bizzat kendilerinin temsiline soyunanlarca alıştırıldıkları kimlikçi reflekslerini ateşledi. Bundan sonra hızlıca “adlı adınca”, geçmişten farklı olarak Alevilik adı altında örgütlenme hızlandı, bu doğru. Ama yalnızca Katliam üzerinden düşünmek yanlış olacaktır. Kaldı ki beraberinde bir tür “Alevi aydınlanması”ndan, “Alevi rönesansı”ndan, “Alevi uyanışı”ndan söz ediliyorsa bunun tek saiki kesinlikle Katliam değildir. Siyasal ya da kişisel olarak sevelim sevmeyelim; Reha Çamuroğlu’na atıfla söyleyeyim; bu yıllarda çöküşünü sürdüren Sovyet sisteminin muhalif, radikal, sol hareketlerde yarattığı sarsıntı, onun çöküşüyle doğmuş boşluk, tüm dünyada özel olarak devletler eliyle kışkırtılıp beslenen köktendincilik ve özel olarak Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişi ve elbette Kürt sorunun o dönemki düzeyleri gözetilmeksizin Alevi örgütlülüğü anlaşılabilir mi? Bakın, daha Türkiye’de o dönemde, özellikle giderek insan hakları merkezli yürüyen muhalefeti, feminizm, ekolojizm, anarşizm gibi yeni siyasal ve toplumsal hareketleri saymıyorum bile. Hep klişe olarak ileri sürülür ya; “12 Eylül faşizmi sosyalist hareketi buldozer gibi ezdi ve ‘eski sosyalistler’ Alevi hareketine yöneldiler” diye. Doğru olabilir ama kimse sormaz; bu “eski sosyalistler” “eski sosyalistlikleriyle” mi Alevi hareketine yöneldi, yoksa içinde bulundukları bir dönemin popüler ifadesiyle, post-modern reflekslere teslim olmuş olarak mı?
Bu tarihi, bir “uyanış anı” olarak işaretleyeceksek elbette, sizin de sorduğunuz gibi, bu uyanışın mahiyetini sorgulamamız gerekir. Eğer uyanıştan bir tür “aidiyet bilincinin uyanışı”nı anlıyorsak, bunun Aleviler açısından trajik olduğunu da işaretleyelim. Çünkü ait olduklarını düşündükleri dünya artık yoktu, yani ait olmakta pek geç kalmışlardı. Zaten kimlikçinin ait olduğunu iddia ettiği dünya zaten hiç olmamıştır ya da olsaydı bile, kimlikçinin ihtiyaç duyduğu şey, onun varlığı değil, yokluğudur. Öyleyse ne yapılacaktı? Bu dünya hayali ya da gerçek, yeniden yaratılacaktı. Öyleyse, nereden başlamalıydı? Tam da iktidar düzeneğinin istediği yerden: Biz kimiz? sorusundan. Bu da beraberinde boşlukta bir saray inşasını getirdi. Gerçekte uzun tarih boyunca Alevilere yapıştırılan her sıfat bir anda kimlikçi bir refleksin yapıtaşları oluverdi; “Aleviler laikti, Aleviler çağdaştı, Aleviler moderndi, Alevilerde kadın erkek eşitti, Aleviler çok okuyan bir topluluktu, Aleviler Atatürkçüydü, Aleviler anti-emperyalistti, Aleviler Türk Müslümanlarıydı, Aleviler öz Müslümanlardı, vs. vs.” Bu ve benzeri adlandırma girişimlerinin bir anda hareketin yüzeyini ve giderek yer yer toplulukların dünyasını boydan boya kat ettiğini biliyoruz ki zaten zemin, dediğim gibi, ‘60’lardan beri bizzat Alevi aktörlerce hazırlanmıştı. Bu çoğullaşmış istila eğer bir uyanışı ya da aydınlanmayı ifade ediyorsa, bu sınırlılık içinde evet, bir Alevi uyanışından söz edebilirsiniz. Ama eğer “uyanış, aydınlanma, Rönesans” gibi sözcükler, yollama yaptıkları terimlerin tarihleri de gözetilirse, bir anlamda, belirli bir ölçüde bir kırılmayı ifade ediyorsa, bu kırılmanın gerçekleşmediğini, küçük girişimler saklı kalmak üzere, belirli bir sürekliliğin varlığını görürüz ki bu durumda ne uyanıştan, ne aydınlanmadan, ne de rönesanstan söz edilebilir. Somutlarsak, örneğin önce ilgisiz kimi faillerin üstüne yıkılmaya çalışılan Sivas Katliamı’nın devletin, o dönemdeki hükümetin askeri-siyasi faillerin denetimi, gözetimi, göz yumması, planlaması, kontrolü altında gerçekleştirildiği dün de bugün de apaçık ortaya çıktığı halde, Aleviler ve Alevi örgütlenmesinde böylesi bir apaçıklığın doğurması gereken sonuç, yani devlete karşı mesafelenme, devlet üzerinde düşünme, tam da devlet ve iktidar düzenekleri üstünde yoğunlaşarak devlet merkezli düşünmekten kopmaya çalışma, siyasal alanı ve bedeni devletin alanı ve bedeniyle özdeş tutmaktan kurtulma ve kendi bizatihi varlığının bir siyasal beden oluşturduğu fark etme gibi kırılma anlarına ne yazık ki tanık olmadık.
Tam buradan sorunun devamına yönelirsek, bu itibarla katliam tarihi ne dün, ne de bugün Alevi örgütlülüğü için, en azından benim perspektifimden, oturtulması gereken yere hiç oturtulmadı. Şöyle ki örneğin katliam sanıklarının yargılanma sürecinde bile devleti merkeze aldılar ve bunu devlete ya da şimdilik aynı anlama gelmek üzere “Cumhuriyet’e karşı bir kalkışma” sayılarak cezalandırılmasını talep ettiler. Oysa katliamın altında Cumhuriyet’in parmak izi vardı ne yazık ki. Şu sona sakladığım katalizör benzetmesi aslında bu yanıyla da çok anlamlı. Nedir katalizör? Örneğin A ile B’nin tepkimesine giren C bir katalizördür ve tepkimeyi, söylediğim gibi ya yavaşlatır ya hızlandırır. Peki devamı ne? Devamı şudur: Tepkime formülü yazılırken katalizöre yer verilmez ya da bir özelliğine bağlı olarak özel bir biçimde varlığı işaretlenir: Katalizör tepkimeye girdiği gibi çıkar, yani hiçbir değişime uğramadan ama girdiği tepkime sürecini değiştirmiş olarak. Şimdi, eğer Sivas Katliamı bir katalizörse, gerçekten öyledir; girdiği gibi, yani kendisi hiç değişmeden çıkmıştır. Bu ne demektir? Şu: Dün, Çubuk’ta bizzat ana muhalefet partisi liderine karşı yeni bir Sivas Katliamı sahnelenmişse, demek ki Sivas Katliamı hiç değişmeden hayatımızdadır. Buna maruz kalan bizzat Kılıçdaroğlu’nun ilk sözleri bu girişimi birkaç kendini bilmeze bağlamak olmuşsa, Madımak hala yanmaktadır; dün Sivas katilleri dönemin adalet bakanı tarafından cezaevinde ziyaret edilmiş, bugün Çubuk girişiminin faillerinin elleri öpülebiliyorsa ve hala hakkında hiçbir dava açılmamışsa, bugün Sivas Katliamı sanıkları birer birer salınmış ve devletin en tepesinden “geçmiş olsun” dilekleriyle uğurlanabiliyorsa, katalizör tepkimeden olduğu gibi çıkmış demektir; yani katiller de aramızdadır, katliam da ve Madımak hala yanmaktadır; en azından o katliam otelinin altında kebapçı dükkanı açabilecek ve çalıştırabilecek, o dükkanda et yiyebilecekler var olduğu sürece de böyle olacaktır. Ama ne yazık ki Alevi hareketi dikkatini buna vermek yerine, Katliam konusunda muktedir şebekenin kabullerine ve en kötüsü bu düzeneğin formel süreçlerine teslim olmayı seçmiştir. Bu ölçüde de Katliam günü, Alevi topluluklar ve onların örgütleri için ne yazık ki giderek yalnızca bir anma gününe, hatta ne yazık ki sürekli kendi içlerinde bir gerilim üreten bir anma gününe kadar gerilemiştir. Öyle ki Kerbela’dan Sivas’a kolayca çekiliveren dümdüz bir çizgiyle Alevi hareketinin kendisi; Alevi olsun olmasın, ağır bir vicdansızlık yüküyle malülden başka bir şey diyemeyeceğim, “tarihimiz katliamlarla dolu, hangi birini anacağız ki”nin pragmatizmine ve konformizmine saplanmış kesimler; “siz katledildiniz de biz edilmedik mi”ci katliam yarıştırmacıları ve elbette iktidar düzeneğin bu ülkedeki yapısal dizilimi bu haliyle varlığını sürdürdükçe Sivas Katliamı giderek “solgun bir günün akşamı”na dönecek ama bu haliyle, asla “gün akşamlıdır devletlum”a dönmeyecektir.
1/7